İÇİNDEKİLER
Baba Tavsiyesi
Organik Kimya
Daktilo
Kurbağa Hikâyesi
Hakkâri’de Mecburi Hizmet
Mide Sondası
Önce Görev
Cerrahlığa Giriş
112
Ankara Atatürk Sanatoryumu
Salon Işıkları
Gavuzoğlu İle
Rakamlar
Çamlıca Asker Hastanesi (Morg)
Heybeliada
Öneriler
Abant’ta Bir Gün
Yüzleşme
Kırmızı Kitap
CWIG
1953’ten 53 Yıl Sonra
Baba Tavsiyesi
1960 yılının en soğuk zamanlarıydı. Bir gün iş gereği elektrik mühendisi arkadaşlarımla Ankara'dan Yozgat'a doğru yola çıkmıştık. Bu tür seyahatlerimiz iş gereği sık olurdu. Bürodaki proje hazırlıklarımız işimizin durağan kısmıydı. Gerisi ise hep hareketli geçerdi; seyahatler, şantiye ziyaretleri, vesaire.
Otobüsle yolda ilerlerken birden lapa lapa yağan kar tipiye dönüştü. Keyifli giden yolculuğumuz meşakkatli bir hal almıştı. Otobüs yavaşladı. Çünkü neredeyse artık önümüzü göremez olmuştuk. Yanımda yaşlı bir yolcu oturuyordu. Arkadaşlarla olan konuşmamızdan mühendis olduğumuzu anlayınca başladı bizleri övmeye:
"Ben ve kardeşim okuyamadık. Mühendis olmak içimizde de hep ukde kaldı ama kendimize biz söz verdik, evlatlarımızı okutacağız diye. Ve bu muradımıza erdik. Sizin gibi okumuş insanlara bu memleketin çok ihtiyacı var."
Sözlerini bitirdikten sonra paltosundan bir şeyler çıkarmak için otobüsün içinde aceleyle bir sağa bir sola eğilmeye başladı. Nihayet elektrik mühendisliğiyle ilgili çeşitli el aletlerini çıkardı. Adamı arkadaşlarla şaşırarak izliyoruz. Önümüze nereden geldiği belli olmayan bu aletlere bakıp bizi övmeye devam etti. Adamcağız elektrik mühendisliği aşağı, elektrik mühendisliği yukarı susmamacasına konuşuyordu. Konuştukça dışarıdaki tipi de şiddetini arttırıyordu.
Adamcağız susmuyordu, tipi durmuyordu. Yolumuz daha vardı, ama olsun. Ben bir elektrik mühendisiydim. Bu mutluluk bana yeterdi.
Yukarıda okuduğunuz metnim bir anı gibi duruyor ama aslında değil. Bu bir öykü. Yani yaşanmadı. Gençken benim hayalim elektrik mühendisi olmaktı. Bu konuda ne gerekiyorsa her türlü araştırmamı yapmıştım. Alet edevatlarımı hazırlamıştım. Ancak üniversiteye başlama vaktim geldiği zaman, tüm konsantrasyonum bu yöndeyken, bir gün babamdan bir tavsiye geldi: "oğlum bir doktorluğu dene, ailemizde hiç doktor yok".
Sonrasını hatırlamıyorum. Bu tabii sözün gelişi. Çünkü sonrası hakkında hiçbir bilgim yoktu. Mecburen doktor nasıl olunur öğrendim ve ayaklarım elektrik mühendisliğine doğru yürümeye hazırlanırken tıp fakültesine doğru gitti. Benim gibi çok insan var. Bu klasik bir hikaye. Genç, bir hayal kurar ama babanın gerçeği genellikle daha ağır basar. Daha sonra, kendi gençlik hayallerimiz de biz yetişkinlerin zihinlerinde yaşanmamış anılar olarak kalır.
Bu kitapta belki de sizlere mesleki anılar adı altında elektrik mühendisliği anılarımı anlatacaktım. Eminim o zaman da ilginç anılarım olacaktı. Bu kitap ise “bir göğüs cerrahının anıları” olacak. Elbette anılarda değişmeyen tek bir konu var; o da insan unsuru. Anıları da ilginç yapan garip insani durumlar değil mi zaten.
Hafızamda birikmiş birçok ilginç anımı burada okuyacaksınız değerli okuyucularım. Sizlere keyifli okumalar diliyorum.
Organik Kimya
Egonun yeri ve önemi hayatın her alanında yüksek ama mesleklerinde hocalığa kadar yükselmiş, sorumluluk sahibi insanların durumunda daha bir kritik öneme sahip, çünkü sağlıksız bir egoya sahip olduğunuzda sorumluluğunuzun altında kimse olmasa en fazla kendinize zarar verirsiniz. Huzursuz ama kimseye zararı dokunmayan birisinizdir. Hem sağlıksız bir egoya sahip olup, hem de sorumluluğunuzun altında birileri var ise o zaman sizdeki fırtınalar sadece içinizde kopmaz, başkalarına da dokunur.
Tıp fakültesinde başladığım ilk yılda, doktorluk mesleğine geçmenin ön şartı olan FKB sınıfını okuyoruz. Ankara Üniversitesinde fen bölümlerinde okuyan herkesin ortak dersleri olan Fizik, Kimya, Biyoloji derslerini okuyup öğrendikten sonra 2. Sınıfa geçeceğiz.
Bir gün FKB sınıfında yine bir ders günündeyiz ve ders Organik Kimya. Sınıfta eksik yok fazla var. Gelmeyen öğrenci kalmamış gibi. 150 kişilik amfiye 225 kişi gelmiş. Sınıf düzeninde amfiler dik ve hem aşağı tarafta hem üst tarafta kapı girişleri var. Ders anlatmaya gelen hocalar sınıfa alt kapıdan giriş yaparak direkt olarak kürsüye geçiyorlar ve alt kapı kapanıyor, dışarıdan giriş olmaması için kapının dış kolu sökülmüş.
Organik Kimya derslerimize giren Balkan kökenli Sırrı İsbir hocamız alt kapıdan girerek her zaman ki gibi kürsüye geçti ve dersini anlatmaya başladı. K harfini G olarak söylediği için ağzından bazen garip telaffuzlar çıkardı ama bu sefer herkesin sinirini bozan bir telaffuz çıktı. Sınıf ortamları sessiz olur. Yalnız hoca konuşur ve pür dikkat hocayı dinlersiniz. Konsantrasyonunuz artık ciddi konulara yönelmiştir. Böyle pür dikkat derse odaklanmış 225 öğrencinin karşısında “Sodyumun Kökü” diyeceğine “Sodyumun G.tü” deyince resmen herkes dağıldı. Bütün sınıf kahkaha ile gülmeye başladı. Böyle olunca Sırrı hoca elindeki mikrofonu bırakarak sinir içinde sınıfı terk etmek istedi ve kapıya doğru yöneldi. Ancak kapıyı açmak için kapının koluna asıldığında kapı kolu elinde kalmasın mı, sınıfta gülme kat sayısı daha da arttı ve iyice sinirlendi. Nihayet kapı açıldı ve hoca sınıfı terk etti. Biz acaba ne olacak diye beklerken yıl sonu geldiğinde bütün sınıfça Organik Kimya dersinden kaldığımızı öğrendik.
Benim öğrencilik hayatımdaki sınıfta kaldığım tek ders Organik Kimya dersidir. O da bir G harfi yüzünden oldu.
Hocalık her zaman iyi örnekleri benimseyerek öğrenilmiyor. Bu tarz ibretlik hadiselerden de ders çıkarmamız gerekiyor. Neyi yapıp neyi yapmamamız gerektiğinin ayırdına varmalıyız.
Elbette bir günah keçisi bulup onun üzerinden edebiyat yapmak kolaydır. Bu herkesin başına gelebilir. Kişi gününde olmayabilir, zor zamanında gafil avlanır ve aşırı tepki verir. Ya da hakikaten hep öyledir, kendi nefsini törpülememiş olup hayatı sürekli kendisine zorlaştıran biri olabilir. Biz de böyle olabiliriz. Suç şunun ya da bunun değil. Ancak hocalık vasıfları üzerine konuştuğumuz zaman aslında felsefi bir alana giriyoruz.
Hocalık öğretme odaklıdır. Öğretme eyleminin sürekliliği için de bir hoca kendinde, kendi hayatında yer açmalı, şartları ona göre ayarlamalı ve bu duruma engel olmamalıdır. Yani kendi kendisine hocalık yapmasına engel olmamalıdır. Zaten hocalık vasfı taşımayan birisi bir, iki hata ile durumu atlatamaz. Hatalar ardı ardına gelir. Hocalığı da sonlanır. Çünkü hiç hoca olmamıştır. Bu yüzden de ardı ardına yapılan hatalar hata değil kişinin kendi normalidir ve basit bir gerçeği ortaya koyar. Bu konuda yeterli değilsindir. Başka bir konuda olabilirsin. Tabii, bu şahsi bir mesele, kişi hangi konuda yeterli onu bulup araştırıp üzerine gitmelidir. Yetersiz olduğu konularda da fazla zaman kaybetmemelidir.
Hocalığın birçok vasfından birisi kendi duygularını kontrol edebilme halidir. Çünkü herkesin yatkın olamadığı bir yetenek olan topluluk önünde sunum yapma vasfı da hocalığın olmazsa olmazlarındandır. Ve topluluklar da hiçbir zaman tekdüze olmamıştır. Yaşayan, canlı organizmalardır. Beklenmedik bir soru gelebilir, komik bir durumda dalga geçilebilirsin, vesaire. Öfkelenmek ve ağzının payını vermek kontrolsüz bir durumdur. İşte o anda hocalık gömleğini çıkartmış olursunuz.
Daktilo
Biraz da sizlere gençliğimden yaşlılığıma neredeyse bir ömür boyunca kariyer basamaklarını çıkarken bana eşlik etmiş olan bir vefalı dost, bir aksesuardan bahsetmek istiyorum. Kendi sarı kırmızı, çantası da yeşil renkli, babamdan bana kalan 1968 model “tbm de luxe” marka bir daktilo.
Babam bu daktiloyu 1960’ların sonunda Ankara’daki bir daktilo tamircisinden almıştı. Daha önceden, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Astsubay Okulundan mezun olduktan sonra 1950 yılında satın aldığı “Erika” marka bir daktilosu varmış. Bu daktilonun bir tuşu bozulunca kullanırken sıkıntı çıkarmaya başlamış. Yazı yazarken bu arızadan dolayı yavaşlayıp parmağının ucuyla özellikle o tuşa bastırmaktan sıkılınca tamirciye götürmüş. Tamirci kendisine, “bana bu daktiloyu ver, ben sana tbm de luxe marka yeni bir daktilo vereyim” demiş. Babam da kabul etmiş.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde okurken Nejat Akar diye çok sevgili bir arkadaşım vardı. Onun da babası askerdi ve O da babam gibi daktilo kullanıyordu. Sınıfta sadece Nejat ve benim kullanabileceğimiz daktilomuz vardı. O zamanlar daktilo bugünün iPad’i gibiydi tabii. Şimdi artık daktilolar müzelik oldu. Kullananlar da sadece nostalji ve hobi için kullanıyor. Ama benim gençlik günlerimde büyük ihtiyaç ve kolaylıktı. Hatta üniversite günlerimizde Nejat ve ben sırf bu yüzden diğer öğrenci arkadaşlar tarafından çok sevilirdik.
Üniversiteye başladığımız yıllarda Nejat ile birlikte daktilolarımızın başına oturup sınavlarda çıkan soruları ve cevaplarını sınavlara hazırlık için çoğaltırdık. Bir önceki sene sorulmuş soruları edinerek, daktilo başında sınava girecek öğrencilere sayfalarca çalışma metinleri hazırlardık. Kimse de oturup kitaptan çalışmaya yanaşmadığı için herkes bizim daktilo ile hazırladığımız metinlere çalışırdı. İnce pelür kâğıtları toparlayıp daktilonun kâğıt girişine 15-20 adetini aralarına karbon kağıdı koyarak sıkıştırırdık. Böylece tuşlara her sertçe vuruşumuzda bir kâğıt yerine15-20 kâğıda birden yazmış olurduk. İyi daktiloymuş ki o kadar hırpalamamıza rağmen hala sağlam ve ilk günündeki gibi gıcır gıcırdır.
Bu daktiloyla asistanlık yıllarımda çok makale hazırlamışımdır. Nihayetinde de mezuniyet tezimi yazdım. Hoca olunca da dersler için slaytlar hazırladım. Yani profesörlüğe giden yolda, bu daktilo bana, en başından beri yol arkadaşı olmuştur. Tabii daha sonra teknoloji gelişti. Bilgisayarlar, laptop’lar, iPad’ler, printer’lar geldi. Gözüm gibi baktığım sevgili daktilomuzun pabucu dama atıldı.
Aşağıya arkadaşım Nejat Akar’ın konuyla alakalı mektubunu da ekliyorum:
"Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde okurken Mustafa Yüksel isimli çok sevgili bir arkadaşım vardı. Onun da babası askerdi ve o da daktilo kullanıyordu. Sınıfta sadece Mustafa ve benim kullanabileceğimiz daktilomuz vardı. Benim daktilom 30’lu yıllardan kalma, Remington marka bir daktiloydu. O zamanlar daktilo bugünün iPad’i gibiydi tabii. Şimdi artık daktilolar müzelik oldu. Kullananlar da sadece nostalji ve hobi için kullanıyor. Ama bizim gençlik günlerimizde büyük gereksinim ve kolaylıktı. Hatta üniversite günlerimizde Mustafa ve ben sırf bu yüzden diğer sınıf arkadaşlarımız tarafından çok sevilirdik.
Üniversiteye başladığımız yıllarda Mustafa ile birlikte daktilolarımızın başına oturup sınavlarda çıkan soruları ve cevaplarını, ders notlarını sınavlara hazırlık için çoğaltırdık. Daktilo başında, bir önceki sene sorulmuş soruları edinerek, sınava girecek öğrencilere sayfalarca çalışma metinleri hazırlardık. Kimse de oturup kitaptan çalışmaya yanaşmadığı için herkes bizim daktilo ile hazırladığımız metinlere çalışırdı. İnce pelür kâğıtları toparlayıp daktilonun kâğıt girişine 15-20 adetini aralarına karbon kağıdı koyarak sıkıştırırdık. Böylece tuşlara her sertçe vuruşumuzda bir kâğıt yerine15-20 kâğıda birden yazmış olurduk. Benim daktilomun birçok tuşu arızalıydı. Bir tanesinin harf işareti kopuktu.
Sonraları TEKSİR basmaya başladık. Satıştan da biraz harçlık çıkarttığımızı herhalde eklemem gerekir. Hatta bir gün arkadaşlarımızla, Hacettepe’nin Hıfzıssıhha binalarına bakan tepesinde, kazandığımız parayla o günlerin en ucuz şarabı olan “Çubuk” şarabı içtiğimizi hatırlarım.
Bir gün eve geldiğimde, annem benim emektarı eskiciye verdiğini söyleyince, içimde bir sızı oluşmuştu."
Kurbağa Hikâyesi
Yaptığım işin püf noktasını Genel Cerrahi hocalarımdan Prof. Dr. Naci Ayral’dan öğrenmiştim. O zamanlar Cebeci’de genç bir stajyerdim. Henüz işin çok başlarındaydım. Eğitimim henüz çok taze, tecrübem ve deneyimim sıfır, ancak doktorluk üzerine olan hayallerim, hedeflerim ve çalışmaya karşı olan arzum çok yüksekti.
İşte böyle bir dönemde, hocalarımdan duyduğum, gördüğüm her şeyi kapmaya ve beynimi mesleğimle alakalı bilgilerle doldurmaya çalıştığım günlerde hafızamdaki doktorluk öğrenimimin kronolojik sırasında ilklerde yerini alan “kurbağa hikâyesi” idi.
Evet, bir hikâye ama ne hikâye. Bence doktorluk mesleğinde çalışan herkesin bu püf noktasını bilmesinde yarar var; tabii eğer psikiyatri alanında çalışmıyorsa. Bu püf noktasını tüm doktorların uygulaması, ancak tüm psikiyatri doktorlarının da tersini yapması gerekiyor.
Prof. Dr. Naci Ayral 1976 senesinde Genel cerrahi stajı yaptığımız günlerden bir gün bizlere şöyle demişti:
“Hiçbir zaman hastaların kaygılarını ameliyat etmeyin!"
Özellikle cerrahların işine yarayacak bir tavsiye bu. Çünkü kimi hastalar fazla evhamlı, kaygılı olabiliyor. Bunun cerrahi müdahale gerektiren organlarla pek bir alakası yok. Bu direkt beyin ile alakalı. Aslında çoğu pektus hastalarımızı ameliyat ettiğimizde psikolojik açıdan da iyileşip öz benlik saygılarının arttığını gözlemlemişizdir. Bazı hastalarda bu durum değişmez ve bunu bir cerrah ne kadar önce fark ederse o kadar kendisine de hastasına da iyilik etmiş olur ve zaman kaybı da böylece önlenir.
Hastalardaki kaygıların ameliyathanesi psikiyatri klinikleridir. Bazen meme ya da kalp sıkıntısı için yanlışlıkla göğüs cerrahisi polikliniğine gelenler olabiliyor ve biz onları doğru yerlere yönlendiriyoruz. Psikiyatri konusunda da durum böyledir. Psikiyatriye gitmesi gereken biri, çok alakasız olmak üzere göğüs cerrahisine ya da başka bir alana gidebilir. Kaygılı hastalardaki hayali yorumları gerçekle ayırt edemezseniz bir de bakmışsınız kaygılı bir hastanın beyni dışında tüm vücudunu ameliyat etmişsiniz. İşte bu konuda, hastaların kaygılarını ameliyat etmememizi tembihleyen Prof. Dr. Naci Ayral bize şu hikâyeyi anlatmıştı:
Bir gün bir hasta gelip genel cerrahi doktoruna, “benim karnımda kurbağalar var ve sabah akşam vrak vrak diye susmamacasına bağırıyorlar, uyuyamıyorum” der. Doktor hastayı, hiç şaşırmadan gayet normal karşılar ve “tamam biz sizin karnınızdaki kurbağaları cerrahi müdahale ile çıkararak tedavi edeceğiz” diyerek ameliyat günü verir.
Hasta oradan ayrıldıktan sonra da doktor yanındaki yardımcıya dönüp “bize hemen birkaç tane kurbağa bul” der. Doktorun yardımcısı bir şekilde kurbağaları bulur. Ardından ameliyathanenin bir kenarına gizlemek üzere kanla bulaşık bir küvet hazırlar. Kanla dolu küvetin içine de kurbağaları doldururlar. Hasta yatırılır ve uyutulur. Karnına gerçek bir ameliyat görüntüsü vermek için neşterle (bistüri) küçük bir kesi yapılır ve dikilir. Hasta uyandırılırken küveti hastanın yanına getirirler. Hasta uyanırken küvetin içindeki kurbağaları görür ve doktor “işte kurbağaları çıkardık, artık iyileştiniz” der. Hasta “hakikaten kendimi iyi hissediyorum. Artık hiç kurbağa sesi duymayacağım” der.
Ameliyattan sonra bir gün geçer, iki gün geçer, üçüncü gün hasta yüzü bembeyaz, gözleri şiş, yorgun bir şekilde doktorun önünde belirir. Doktor şaşkınlıkla, “hayırdır, bu haliniz nedir, ne oldu?” demesine karşılık hasta, “sormayın, beni ameliyat edip karnımdaki kurbağaları çıkardınız ilk iki gün gayet iyi uyudum hiç kurbağa sesi yoktu ama ben dün gece yine uyuyamadım çünkü bu çıkardığınız kurbağaların yumurtaları karnımda kalmış, yumurtalardan yeni çıkan kurbağalar vraklamaya başladı şimdi onlar susmuyor” der.
Değerli Hocam Prof. Dr. Naci Ayral’ın bu hikayesi beni çok etkiledi. Meslek hayatımda hiçbir zaman hastaların karnındaki kurbağaları ameliyat etmeye çalışmadım. Değerli meslektaşlarıma tavsiyem hiçbir zaman hastalarınızın karnındaki kurbağaları ameliyat etmeyin. Bırakın onlarla psikiyatristler uğraşsın.
Son olarak şunu da eklemeliyim ki Prof. Dr. Naci Ayral meşhur bir sözü ile hatırlanır. Tuvalet kullanımı ile ilgili bir bilgidir bu. Derdi ki:
"Tuvalete girer girmez önce sifon çekilir, sonra ihtiyaç giderilir, sonra bir daha çekilir." Sayın hocamızı rahmetle anıyorum.
Hakkâri’de Mecburi Hizmet
Boğucu sıcakların baş gösterdiği temmuz aylarından biri, yani 1974 yılındaki temmuz ayı benim için daha sıcak geçmişti. Çünkü Hakkâri’de 1 ayımı geçirmiştim.
Tıp Fakültesinde gördüğümüz Halk Sağlığı dersindeki sosyalizasyon bölgesinde 1 aylık mecburi staj uygulamasından her öğrenci sorumluydu. Ancak bu uygulama neticesinde ders tamamlanabiliyordu. O dönem okuduğumuz dersin son bir ayında öğrenciler farklı şehirlere gönderilir ve Halk Sağlığı uygulamasına katılır aşılama, hasta takibi, ev ziyaretleri ve klasik muayeneleri öğrenirdi. Öğrenciler bu mecburi hizmete gittiklerinde de kalacakları yerleri gittikleri kurum, yol ücreti ve harcırahlarını ise Üniversite karşılıyordu.
İşin heyecanlı yanlarından biriyse tıpkı askerlikte olduğu gibi gidilecek şehrin kura ile seçilmesiydi. Ülkemizin coğrafyası öyle geniş bir yelpazede ki nereye çıkacağınızı tahmin etmeniz mümkün değil. Anadolu bölgelerinin hava durumu, bitki örtüsü, kültürü, sınır komşuları çeşit çeşit; Marmara’sı, Karadeniz’i, Ege’si, Akdeniz’i, İç Anadolu’su, Güney Doğu’su, Güneydoğu Anadolu’su… Hepsine olabilecek adaptasyon süreci farklı farklı…
Kime neresi çıktıysa sırayla ismiyle beraber okunmaya başladı. Sıra bana geldiği zaman, en sıcak Temmuzlarımdan birini yaşatacak olan Hakkâri şehrinin il merkezi çıktı. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesindeki en uç sınırında bulunan ve birçoğumuzun şimdilerde terör haberleriyle ismine aşina olduğu şehri.
Şaşırtıcı ve merak uyandırıcıydı. Bu yüzden birçok arkadaşım becayiş teklif etmesine rağmen, “ben bir daha burayı nasıl göreceğim ki” diyerek teklifleri reddettim, mecburi hizmet için seve seve Hakkâri yollarına düştüm.
Orada Devlet Hastanesi’nde kaldığım bir aylık sürede tıbbi ve sosyal bir dolu olaya şahit oldum. Çokça cerrahi müdahalelere katıldım, hasta takip ettim, ev ziyaretlerinde bulundum.
Şimdilerde bir tuşla dünyanın her yerine ulaşabilen insanlık için o yıllarda haberleşme imkânı tam bir kâbustu. Hakkâri’deki bir aylık görev süresince İstanbul’da yaşayan kız arkadaşımla telefonla konuşabilmek için sabahın erken saatlerinde postane açılır açılmaz içeri girer ve davetiyeli (evinde telefon olmayan kişi evine kadar gidilip postaneye veya evinde telefon olan kişinin evine davet edilirdi), ihbarlı (evde aranan kişi yoksa telefon bağlanmazdı) telefon yazdırıp orada öylece akşama kadar beklerdim çünkü kız arkadaşımın evinde telefon yoktu. En yakın telefon karşı binanın giriş katında oturan bir emekli generalin evinde vardı. Ancak akşam saat 20.30’u gösterdiğinde konuşma şansını yakalardık. Tabii o da telefondaki kesilmeler olmadan olmazdı.
Mide sondası
Öğrencilik yıllarımda boş zamanlarımda ve tatil günleri hastaneye gider nöbet tutardım. Çünkü hekimlikle ilgili tüm girişimleri ve altın kuralları en iyi şekilde nöbet tutarken öğrenirdiniz. Ameliyatı ve inceliklerini daha çabuk kavrayıp acemiliklerin tutukluğundan bir an evvel kurtulurdunuz.
Hayat son sürat ilerliyor. Ve eğer şanslı değilseniz gecikenleri affetmiyor. Anın kıymetini iyi bilmek gerekiyor. Aksi halde hayatla kumar oynamak pek akıl karı bir iş değil. Evet, kaçan fırsatlar tekrar önünüze çıkabilir ama siz de o fırsatların önüne geliyorsunuz sonuçta; her şey karşılıklı. Bir sonraki fırsat gelmeden daha deneyimli ve olgun olarak hazır bekleseniz daha iyi değil mi?
İşte bu düşünceyle henüz öğrenciyken meslekle alakalı ne kadar öğrenmem gereken şey varsa mıknatıs gibi kendime çekmeye çalışıyordum. Tabii iyi çekiş gücü için iyi bir noktada durmak lazım. O nokta da hastane ve nöbetlerdi.
Bir genç geleceğini ne kadar erken yaşta düşünmeye başlarsa o kadar kendisine iyilik etmiş olur. Birçok genç maalesef öğrencilik hayatı bitince hayata atılırım diye düşünüyor. Hâlbuki böyle yapan gençlerin hemen hemen hepsi sudan çıkmış balık gibi kalakalıyor. Hayat çoktan başlamış oluyor ama kahramanımız henüz çok ham. Kendini pişirmemiş. Eğitim hayatındaki teorik bilgilerin öğrenciyi pişirmeye dair hiçbir katkısı yok maalesef. Bir odanın içinde durup dört sene boyunca odanın dışındaki gerçek hayata hazırlanamazsınız. Girişken olmak zorundasınız. Belki bu enerji sizde yoktur. Fakat okullar bunun farkında olur ve bu noktadan eğitim verirlerse daha iyi olacaktır diye düşünüyorum.
Bir keresinde nöbetteyken nöbetçi asistan bana mide sondası takmayı bilip bilmediğimi sordu. Ben de bilmiyorum demek istemiyordum tabii. Biliyorum, takarım dedim. En azından görmüştüm. Yalan da değildi hani! Ben böyle der demez nöbetçi asistan, elime mide sondasını tutuşturarak, “O zaman al bu mide sondasını, aşağıda yatan hasta Ahmet’in midesine tak” dedi.
Aşağıya inip hasta Ahmet’in yanına gittim. Bir mide sondasına, bir Ahmet’e bakıyordum. Hastanın yüzünde sondanın takılabileceği iki delik var. Ağız ve burun. Daha önce hiç dikkat etmemişim. Şimdi mide sondasını takmak için hangisini kullanacağım? Ahmet’in yanında yatan hastalara bakarak örnek aldım. Bütün hastalarda sonda burundan takılmış. Tamam dedim ve burnu seçtim. Mide sondasıyla burundan girdim. Yavaş yavaş içeriye doğru itiyorum. Ama bir yerden sonra gitmemeye başladı. Niye böyle oluyor diye anlamaya çalışırken Ahmet’in ağzı açıldı ve sondanın ucu birden dışarıya fırladı. Hasta da ben de panik olduk. Hemen mide sondasını geri çıkardım. Meğer mide sondası boğazda takılmış ve ben içeriye doğru ittikçe ağız içinde katlanıp kalmış. Sonra nöbetçi asistanı arayıp durumu haber verdim; sondanın gitmediğini söyleyince, “sondayı sanki hastanın boğazında ekmek varmış gibi, yutkundurarak içeriye doğru it” dedi. Bu şekilde sonda kolayca mideye ulaştı.
Böylece deneme yanılma metodu ile başarmıştım. Hiçbirimiz annemizin karnından hayat hakkında tecrübeli doğmuyoruz. Ve hiç kimsenin de hayatı öğretmek için yeterli zamanı olmuyor; bu yüzden böyle bir dünyada biraz istekli ve girişimci olmak lazım. Bir de destek görürsek bu da işin kaymaklı kadayıfı olur tabii.
Yine başka bir gün genel cerrahi stajında nöbet tutarken apandisi patlamak üzere bir hasta geldi, acilen bu ameliyatın yapılması gerekiyordu. Baş asistanla beraber seçilen bir ekibin ameliyata girmesi gerekiyordu. Ameliyata girecek ekip ameliyattan önce bir hekimlik tabiriyle “yıkanması“ gerekiyordu. Başasistan bana “yıkanmayı biliyor musun?” diye sordu. Kim yıkanmayı bilmez ki! Ben de bunun bir hekimlik jargonu olduğunu bilmediğimden dolayı bildiğimi söyledim. Ardından yıkanmaya gittim ve musluk suyunu açıp ellerimi sabunla yıkadım. Hatta sonra bunun üstüne ellerimi bir daha yıkadım. Eller daha ne kadar yıkanabilirdi ki. Ben yıkandım geldim. Diğerleri yıkanmaya gitti bir türlü gelmiyor. Başasistanla bekliyoruz. 1 dakika oldu, 2 dakika, 3, 4, 5. Bir gittiler gelmiyorlar. Ne yapıyorlar bu kadar? Bir el yıkayacaklar. Ben hemen gidip gelmişim. Acaba ben mi bir yerde yanlış yaptım diye düşünüyorum. Daha sonra geldiler. Yıkanmayı bilmediğim için de başasistan beni ameliyata almadı. Ancak tabii bir sonraki ameliyata, işin doğrusunu öğrenip girebildim. Ve böylece bu yaşadığım anıyla hekimliğin “yıkanmak-scrup” tabirini öğrenmiş oldum. Meğer bu ameliyat öncesine ait özel bir yıkanma usulüymüş. Eller dirseklere kadar en az 3 dakika süreyle su altında tutularak kolların her bir noktası özel bir solüsyonla titizlikle yıkanıyormuş.
Bu sefer girişken davranmak adına öne atılmamıştım. Çünkü gerçekten yıkanmak tabirinin hekimliğe ait bir jargon olduğunu tahmin etmemiştim. Ne olursa olsun hekimliğin bir usulü vardı. Ve o gün ben bu usule uyamadığım için ameliyata girememiştim. Bazen bu tip ufak dersler kişinin hafızasında yer eder ve o anda öğrenilenler iyi öğrenilip unutulmaz; ama en önemlisi usule olan saygı. Ben de yıkanmayı öğrendim ve bir sonraki ameliyata girdim. O günden beri de bu amatörlüğümün tatlı anısını aşmış bir şekilde yıllardır ameliyatlarıma devam ettim.
Önce Görev
Şimdi size bu başlık altında gerçek hocalık (Eğitmenlik) nedir, ne değildir onu anlatacağım. Ancak bunu, kendimi gerçek hoca olarak görüyorum da o vasıfla anlatıyorum olarak görmeyin. Bizim öğrenciliğimiz halen devam ediyor. Ama 1975 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci kampüsünde, Dermatoloji stajı yaptığım sırada gerçek hocalığın ne olduğuna Prof. Dr. Nur Or’un bir dersinde tanık oldum.
Hocalık tavrı mesleğe göre değişmiyor. Mesleklerin şekli şemali değişebilir. Ancak hocalık tavrı apayrı bir şeydir. Bunun için meslek bilgisi yetmez. Ayrı bir yetkinliğe sahip olmanız gerekir ki o olgunluk sizi meslekte ilerletir zaten. Herkeste yeterli potansiyel vardır. Ama yeterli yetkinlik var mıdır? Varsa ne mutlu size, yoksa o olgunluğu geliştirmek için çaba sarf etmek gerekir.
Öğrenmenin, çalışmanın, gelişimin sonu yok. Yolun sonu da hocalığa çıkmıyor. Huzurlu ve faydalı insan olmaya çıkıyor. Ancak hayat yolunda yürürken belirli bir olgunluğa ulaşırsanız ve şartlar da uygunsa hocalık sıfatı size uğrayabilir. Ancak ben hoca oldum derseniz yanılgıya düşersiniz. Bu sefer, gevşediğinizden dolayı çalışma enerjiniz azalıp hocalığın size zararı olur. Üretken ve faydalı değil, etrafına yük olan kibirli bir patron olursunuz. Bu sefer hocalık size yük olmaya başlar. Her zaman için, Prof. Dr. Nur Or’da tanık olduğum tavır gibi şu düşünceden kopmamak lazım: Önce görev!
Bir araştırmaya göre genellikle başarılı insanlar insan ilişkilerine takılmayıp sadece görevlerine odaklanırken, başarısız insanlar ise görevlerinden çok insan ilişkilerine takılıp şikâyet etmekle meşgul oluyorlar. Başarılı insan zamanını ve enerjisini doğru kullanırken başarısız insan gereksiz düşünceleriyle zamanını ve enerjisini israf ediyor.
Bunun ne kadar doğru olduğunu hocam Prof. Dr. Nur Or’un dersinde tanık olduğum olayı okuyunca anlayacaksınız. Hocam gibi başarılı insan olmak da var, ya da ilişkilere takılıp kendini yiyip bitirmek de var. İşte o ben hoca oldum diyenler yukarıdaki başarısız insan profiline sahip olanlardır. Başarılı olmak huzurlu ve faydalı olmaktır. Huzurunu yapıcılıktan almaktır. Bu huzurun sonu yok ki. Hoca olmak kibir yapılacak, ben oldum denecek bir konum da değildir ayrıca; daha çok faydalı olabilmek için size sunulan bir fırsattır.
İşte bu fırsatı iyi değerlendiren Dr. Nur Or’u bir gün sınıfta bekliyoruz. O gün “Psöriyazis (Sedef hastalığı)” konusu işlenecek. Her hocanın sınıfa girerken tekrarladığı bazı rutinleri vardır. Yıllar geçse de siz, bir hocanızı hatırlarken o rutinlerle hatırlarsınız. Adeta o rutinlerle özdeşleşirler.
O zamanın Kürsü başkanı Prof. Dr. Lütfi Tat da eski bir asker olduğu için Dermatoloji stajı derslerinde bazı askeri rutinler oluyordu. Dr. Nur Or da bu rutinlerle derse giriyordu. Hatta hastanede bazı söylentiler de oluyordu, “Ayıp oluyor gençlere, burası askeriye mi? Hastane mi?!” diye.
Öncelikle hocanın geldiğinden sınıfa girmeden haberimiz olurdu. Hani ilkokul yıllarında olur ya, hoca sınıfa gelene kadar sınıfta kıyamet kopar, herkes oynar, koşturur. Bir de kapıda bir öğrenci bekler. Hoca yaklaşınca da kapıda bekleyen kişi, “Hoca geliyor, hoca geliyor” diye herkese haber verir. Sonra herkes toparlanır.
Bizimki bu tarz bir bekleyiş değildi. Kapıda biri beklerdi ama hocanın isteğiyle. Genelde de o kişi staj başkanı olurdu. Sonra Nur Or hoca yaklaşırken başkan, “Dikkaaat!” diye bir bağırırdı, bütün sınıf büyük bir gürültüyle ayağa kalkardık. Sanırsınız Kuleli Askeri Lisesi’nde ders yapılacak.
Sınıfta zemin, bir adım atsanız her adımınızın neredeyse tüm sınıfta duyulabileceği bir şekilde mermerden yapılmıştı. Böyle bir zeminde tüm sınıf olarak ayaklarımızı yere vurarak ayağa kalkıyorduk. Garip bir durumdu. İnsanın, “Biz ne yapıyoruz böyle ya!” diyesi geliyordu. Ama hoşumuza gitmiyor da değildi hani. Yaşam koçlarının iş yeri çalışanlarına verdiği motivasyon çalışmaları gibiydi.
Dikkat çekildi, hepimiz ayaklarımızı yere vurarak ayağa kalktık, Nur hoca sınıfa girdi. Ardından her zaman olduğu gibi hoca masasına doğru yürümeye başladı. Dermatoloji dersini işlemek için sandalyesini arkaya doğru çekti ve masasının önünde selamlaşmak için bekledi.
Dr. Nur Or, oldukça iyi bir dermatolog ve öğretici idi. Öğrencilerin işlenen konuyu iyi kavramasını sağlıyordu. Ayrıca yaşamla ilgili iyi algoritmaları da oluyordu. Onu dinleyince ekstradan yaşama sanatı bilgisi de edinmiş oluyordunuz. Haliyle de yanında bulunan stajyerler de hastalar da dinlediklerinden memnun kalıyorlardı.
Sınıfın önünde tahta bir kürsü vardı. Hocanın antika denebilecek eskimiş olan tahta masası bu kürsünün üzerindeydi. Masanın yanında da gıcırdayan ve yine tahta bir sandalye vardı. Hocamız hafif kilolu ve sevimli biriydi. Sınıfa şöyle bir baktı ve “Günaydın” dedi. Biz de, “Sağ ol” dedik ve yine, haydii, bir gürültü kıyametle yerlerimize oturduk. Derslere başlamadan önce böyle iki kere anlamsız bir gürültü çıkarıyorduk adeta.
Biz otururken Dr. Nur Or hoca da tahta sandalyesine oturmuştu, ancak biz hocayı göremiyorduk. Hoca yok. Bir saniye önce günaydınlaştık. Şimdi sınıfta bulamıyoruz. Sonra eski masanın üzerinde bir el gördük. Hemen ardından bir kafa gördük. Anladık ki hoca düşmüş. Bir de tahta bir kürsü üzerinde yüksekte durduğu için, arkaya doğru sandalyesi kırılıp düşünce önden de göremiyoruz kendisini. Hoca bir doğruldu, gömleğinin yakaları bozulmuş, kravat bir tarafta, gözlük öbür tarafta, beyaz önlük buruşuk. Daha az önce askeri bir karizmayla giriş yapmış, dikkaat deniyor, çaat ayağa kalk, paat yerine otur, sonra küt diye öğrencilerinin önünde yere düş; ne zor bir durum. Olana bak!
Öğrenciler olarak biz de merakla ayağa kalkan hocamıza bakıyoruz. Acaba ne yapacak? Şahsen ben olsam orada durmam, öyle bir düşüşten sonra dersi iptal eder, çıkar giderim sınıftan. Ama Dr. Nur Or biz öğrencileri şaşırtan bir şey yaptı.
Şimdi bu durumda ne yapılabilir? İnsan panik olabilir. Bunun için o durumda kişinin kendine ait bir “Acil, beklenmedik durumlarda yapılacaklar” listesi olması lazım ki kendini kontrol edebilsin. Çünkü böyle durumlarda vücutta salgılanan şeyler oluyor ve bunun kontrolü gerekiyor. Hemen hasar tespiti yapıp olayı normalize etmek gerek.
Mesela birisi suçlanabilir. Hemen önündeki bir öğrenciyi suçlarsın, “Senin yüzünden oldu” diye. Ya da hemen başkanı asarsın, “Sen bu sandalyeyi niye kontrol etmedin, kırık sandalyeye mi oturtuyorsunuz beni” diye.
Hoca hiç birini yapmadı. Bozulan gömlek kravatını bile düzeltmeden tebeşiri alıp tahtaya döndü ve “Çocuklar bugün Psöriyazis’i işleyeceğiz” dedi ve dersi sonuna kadar anlattı. Biz de nefes almadan dinledik. Hocalık buymuş dedim. Onun olgunluğu bana şunu öğretti: “Önce Görev!” Önce görevi yapmak gerekiyor. Bu durum, yukarıda paylaştığım araştırma sonucuyla da uyumlu. Başarılı insan, insan ilişkilerine takılmayıp sadece görevine odaklanır. Prof. Dr. Nur Or bu konuda gayet iyi bir örnektir.
Ne kadar büyük bir tesadüf ki bu büyük hocanın vefatında cenaze namazını kılmak şerefi, beni yetiştiren hocam Op. Dr. Güven Çetin’in cenaze namazıyla birlikte 12 Mayıs 2014 tarihinde Ankara Kocatepe Camiinde yine bana nasip oldu. Her ikisi de benim meslek hayatımda “İdolüm” olmuş insanlardı. Her iki hocamı da rahmet ve saygıyla anıyorum.
Cerrahlığa Giriş
1977 yıllında mezun olana kadar stajyer doktor olduğum yıllarımda çok sevdiğim kardiyoloji hocası Prof. Dr. Akif Berki’yi sık sık ziyaret ederdim. Akif hocam müsaitse beni vizitlerine davet eder bir şeyler öğretmek adına mutlaka benim de tartışmalara katılmamı özendirirdi. Beni cesaretlendirmek için bana da iş verirdi. Benim bakmamı istediği hastaları takip eder, yapılacak işlemlere eşlik ederdim. Geceleri kardiyoloji kliniğinde nöbete kalırdım. Acil hastanın olmadığı gecelerde boş çarşafsız hasta yataklarında yattığımı hatırlarım.
Hastaların kalp muayenesi esnasında benim duymam gereken üfürümleri-sesleri hiç duymazdım. Hocam, “duydun mu bak, şimdi ruft-ta-ta ruft-ta-ta diye ses geliyor” derdi. Ben ise duymuyordum. E duymayınca da işin esprisi kaçıyordu.
Böylece mezuniyet zamanı geldi çattı. Hocamın yanına gittim. Artık bölüm seçimi yapmam gerekiyordu. Hocam bana dönüp, “ya Mustafa, sana bir şey diyeceğim. Bence sen bunları(dahiliyeyi) boş ver, sen cerrah ol; çünkü kardiyolojide, dâhiliyede oku oku bir sonuca ulaşamıyorsun” dedi. E tabii ben de haliyle o sesleri de duymayınca bu teklif bana da cazip geldi. “Gel seni cerrahiye göndereyim” dedi ve arkadaşı, Göğüs-Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı başkanı Prof. Dr. Galip Burak hocanın yanına götürüp O’na, “bu çocuğu buraya alacaksın” dedi. Böylece cerrahlık mesleği yoluna girmiş oldum. İlk zamanlar sabahları saat 7’de başlayıp akşam 8’lere kadar uzayan gönüllü (volanter) çalışmalara başladım.
Bu volanter çalışmalarda hiçbir ücret almıyordum. Harçlık babamdan geliyordu. Bir gün babama, “baba, Kırşehir’in bir kasabasından bana bir teklif geldi. Oradaki muayenehanede çalışan doktor askere gitmek için ayrılmış. Onun yerine geçmem isteniyor. Eczacının açtığı muayenehanede hasta bakıp, ilaç yazacağım. Ayda 30 bin lirayı garanti ediyorlar. Maaşların 1500-2000 lira olduğu zamanlarda iyi para idi. Bir yılda neredeyse 3 ev alınır. Ben bu teklifi kabul eder, iyi kazanırım” diye düşünmüştüm. Babam ise, “oğlum, biliyorsun benim senin parana falan ihtiyacım yok. Sen volanter çalışmaya devam et, ben sana bir yıl daha harçlık veririm merak etme” dedi. İşte o an benim için kırılma noktası oldu. Böylece bu hayatta nereden ve nasıl yürüyeceğim iyice belirginleşmeye başlamıştı.
112
1977’de ihtisasa başladığım yıllarda 112 acil diye bir kavram henüz icat edilmemişti. Ama trafikte bugünkü gibi her an ilk yardım müdahalesine ihtiyaç duyuluyordu.
İlk yardımın nasıl yapılacağını bilmeyenler dışında bir de benim gibi doktor olmasına rağmen gerekli ekipmanı olmadığı için yetersiz kalanlar vardı. Bir doktor olarak kaza geçirmiş birisinin yanında resmen kalakalıyorduk.
Bu durumdan kurtulmak ve her an trafikte hazır olabilmek için Turuncu Renault 12 markalı arabamın arkasındaki ilkyardım çantasına küçük kesilere müdahale edebilmek için önce küçük bir dikiş seti ekledim. Böylece bir nebze de olsa kaza geçirmiş birisine ilk müdahalede bulunabilecektim.
Zaman geçtikçe bunun yetersiz kalacağını düşünerek cut-down (acil damar yolu açma), trakeostomi (acil hava yolu açma) ve kapalı drenaj setine(Göğüs boşluğunda biriken havayı boşaltma) kadar uzanan bir acil torbası(bohçası) oluşturdum. Yavaş yavaş arabam ambulans olma yolunda ilerlerken arabanın arkasındaki bohça tam bir ameliyat seti olacakken oğlum Barış’ın dünyaya gelmesiyle hevesim kursağımda kaldı ve bu sevdadan vazgeçtim, çünkü arabam ambulans değildi ve arabanın arkasında oğlumun çantasını konacak yer kalmamıştı.
Eminim o yıllarda benim gibi birçok doktor bu hislerle arabasını ambulansa çevirme girişiminde bulunmuştur. Şimdi yine belki arabalarımızda bir şeyler bulundurabiliriz ama eskisi gibi değiliz artık.
Ambulanslar kaza yerine 3-5 dakikalık bir sürede geliyor.
Ankara Atatürk Sanatoryumu
1953 yılında, yani benim doğduğum yılda kurulan Ankara Atatürk Sanatoryumunda çalıştığım 1977-1986 yılları arasında da unutulmayacak anılarım vardır. Akciğer hastası sandığımız bir çocukta ameliyat yapıyorduk. Çocuğun ameliyatı yaparken yemek borusuyla akciğeri arasında fistül(ilişki) tespit ettik ve kaçağı engellemek için yemek borusunu onardık. Demek ki çocukluğundan beri bu durum hastada vardı. Çocuğun yanında babaannesi kalıyordu. Çocuğun durumunu annesi veya babası daha iyi bilir düşüncesiyle ben çocuğa, "baban veya annen gelince bizi muhakkak görsün" dedim. Daha sonra başka bir gün çocuğun babası çıktı geldi. Ama gönderdiğim haberi biraz yanlış anlamış. Yanıma gelince, "tamam, sizi göreceğiz de hocam ne kadar göreceğiz?" dedi. Tabii kendisine parayı kastetmediğimi açıklamak zorunda kaldım.
Üniversite mezuniyetimden sonra ilk çalışma alanım volanter olarak Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniği daha sonra da Ankara Atatürk Sanatoryumu oldu. Buralarda Prof. Dr. Galip Urak, Prof. Dr. Erdoğan Yalav, Prof. Dr. Şinasi Yavuzer ve Op. Dr. Güven Çetin gibi birbirinden değerli hocalarımız bizlere rol model oluyorlardı. Bir hoca öğrenciler ve henüz mesleğinin kemaline ulaşmamış olan hekimler için çok önemlidir; çünkü onlar en büyük örneklerdir. Onları taklit ederek kendinize bir alan bulursunuz. Onları görerek hayal kurarsınız ve gelecekteki kendinizi görürsünüz. Onlar hedeftir. Onların duruşu sizin görüş alanınızı kısıtlar ya da genişletir. İyi bir hocaya sahip olmak yani onun yakınında bulunmak önemlidir. Tabii siz de önemlisiniz. Kabiliyetiniz, azminiz, hayal gücünüzle ancak böyle iyi hocalardan istifade edebilirsiniz. Elbette başta iyi bir gözlemci olmak gerekiyor. Hocayı, yaptıklarını, tekniğini iyi gözlemleyip kendi üzerinize iyi giyinmeniz gerekiyor. Evet, başta çok iyi bir taklitçi olmak gerekiyor. Hocayı rol model almak gerekiyor. Hocalar bize bu noktada hep yol açmaktadırlar. Kötü hoca ise yol kapatandır. Zaten onlar pek hatırlanmazlar. Hep iyi hocalar hatırlanır, çünkü iyi hocalar hep yol açarlar ve böylece etraflarında iyi bir ekip oluşmasını sağlarlar. Maksatları bir nevi şudur; boynuz kulağı geçsin. Böylece bir ekol oluşur. Yol-başı da o kişi olur. Ve o ekol o yol-başının ismiyle uzun yıllar devam eder. Kötü hocalar ise kibirlerine yenik düşer. İşleyen bir mekanizma kuramazlar.
Her şeyin başında iyi bir taklitçi olmak gerekiyor; hedefi belirlemek, desteği almak ve yavaşça güçlenmek. Ardından yeterli güce erişince taklit ettiğin çizgilerin sınırlarını aşmak ve kendine has çizgileri oluşturarak meslekteki kişiliğini oluşturmak. Bundan sonra artık öğrendiklerinizin üzerine inşa etmeye başlarsınız. Kendinize has olan ruhu bulursunuz. Mesleğin kemali ve doktorluğun en büyük tatmini de bunu yaşayarak tatmaktır diye düşünüyorum. Ve tüm hocalarımı saygıyla vefat edenleri rahmetle anıyorum.
Salon Işıkları
Atatürk Sanatoryumuna asistan olarak başladığım ilk yıllarda hocam klinikte anlattığım bir konu için bana “bu konuyu bütün hastaneye anlat” dedi. Hastanede ilginç bir salon vardı; tüberküloz hastaları için düzenlenen aktivitelerin salonu ama aslında bildiğiniz sinema-tiyatro salonu. Burası hastalara moral geceleri düzenlemek için kurulmuştu. Ben de sunumumu burada yapacaktım. Ama önce salona düzeneğin kurulması gerekiyordu. Trajikomik olan ise seminere provasız başlamamız oldu. Slaytlar ışıklar açık olduğu zaman görünmüyordu. Işıkları da salondan kapatamıyorduk. Bize ışıkların başka bir odadan kapandığı söylenince salonun arka tarafında kalan odaya sekreteri gönderdik bizler de bekliyoruz.
Salona yeni gelenler oluyor. Ben ayakta bekliyorum. Işıklar kapanınca seminer başlayacak. Ancak sekreter bir türlü gelmiyor. Yapamadı herhalde deyip bu sefer teknisyeni gönderdik. Dakikalar geçti. Teknisyen de gelmedi. Arkadaş giden gelmiyor. Bari biri gelse de bize bilgi verse. O da yok. Öyle habersiz bekliyoruz. Bu sefer yanımdaki kıdemsiz asistanımız olan Dr. Mehmet’e, “Mehmet yapamadılar bir türlü, bari sen git bir bak” dedim. Mehmet de gitti. O da gelmiyor. Böyle sırayla bütün salon gidip gelmese zaten geri dönmek için uğraşmaya gerek yok, semineri ışık odasında yapsak daha iyiydi neredeyse. Ben artık dayanamadım, iş başa düşmüştü. “Ne yapıyorsunuz” diye odaya dalmaya fırsat kalmadı, bir girdim odada bütün duvar boylu boyunca şalter ile dolu. Bir sürü karışık cihaz. Odaya giren herkes en baştan cihazın tuşlarına basıyor. Salon ışığı hangisinden kontrol ediliyor o da belli değil. Tamamen kaos halindeler. Neyse ki anca salon ışığı hangisinin kontrolünde bulabildik de seminere başladık. Bu olaydan sonra da başhekim salon ışığını kontrol eden şalteri bire düşürmüş.
Sinema-tiyatro salonuna gelirsek; hastanede böyle bir yerin ne işi var değil mi? Aslında çok işi var. Hakikaten gerekli bir yer. Sinema filmleri ve tiyatro oyunlarıyla hastanede uzun süre kalmak zorunda kalan hastalara ve hasta yakınlarına böyle salonlar manen iyi geliyor. Böyle salonların hastanelerde artması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hastalar böylece hastanenin içinde kalarak ağır hastane atmosferinin dışına çıkmış oluyorlar. Ve bunu faydalı kültürel etkinlikler vasıtasıyla yapmış oluyorlar; kesinlikle faydalı bir iş.
Gavuzoğlu İle
Bilindiği gibi ülkede siyasi iktidar değişince haliyle bakanlar da değişiyor. Sağlık bakanı değiştiğinde ise ülke genelinde sağlık çalışanlarının yönetimlerinde de bazı değişiklikler olabiliyor. İşte böyle bir dönemden sonra bir gün dönemin Sağlık Bakanı Amerika’ya eğitim için gitmiş olan Op. Dr. Mustafa Kemal Gavuzoğlu hocama mektup yazarak Türkiye’nin en büyük hastanesine göğüs cerrahisi kliniğini kurması için davet ediyor. Bu daveti Dr. Gavuzoğlu kabul ediyor ve Ankara Atatürk Sanatoryumu’na cerrahi klinik şefi olarak çalışmaya başlıyor. Türkiye’de Ankara’da ilk göğüs cerrahisi kliniğinin temellerini atıyor. Yıllar sonra 1977 yılında Göğüs Kalp ve Damar cerrahisi ihtisası için atandığım Atatürk Sanatoryumu’unda ilk ihtisas başladığımda Operatör Dr. Güven Çetin şef muavini ve Op. Dr. Mürşit Koryak şefti. Bakan değişimi ile birlikte Op.Dr. Mustafa Kemal Gavuzoğlu Atatürk Sanatoryumu’na Başhekim ve cerrahi klinik şefi olarak atanınca Dr. Mürşit Koryak İstanbul’a şef olarak atandı. Bu yaşanan olay tabii ikili arasında gerginliklere de neden oldu.
Ben Gavuzoğlu hocamla birlikte çalışma fırsatını 1979 ile 1983 yılları arasında yakaladım. 1979 yılına kadar Op. Dr. Mürşit Koryak ve Op. Dr. Güven Çetin ile çalıştıktan sonra Gavuzoğlu dönemi başlamıştı. Kendisi o yıllarda hem Atatürk Sanatoryumu Başhekimliğini yürütüyor hem de Numune Hastanesi D Blokta Göğüs Cerrahisi Kliniğinde ameliyatlarını sürdürüyordu.
Kendisiyle çalıştığım bu dönemin eğitimim açısından en verimli yıllar olduğunu söylemeliyim. Mustafa Kemal Gavuzoğlu, bir hoca olarak bana cerrahi becerileri yanı sıra davranışları ile de her zaman örnek olmuştur. Hiçbir işini tesadüfe bırakmazdı. Tasarrufa çok önem verir ve cerrahi malzemede israfa tahammül edemezdi. Ayrıca oldukça titizdi. Neredeyse kendisinden başka kimseye güvenmezdi. Yıllar içinde birlikte çalıştıkça bana alıştı ve güveni arttı.
Hastaların değerini vurgulamak için hep, “Hastalar padişahtır!” derdi. Onları yüceltirdi. Böylece mesleğine de ne kadar saygı duyduğunu ve ciddiyetle çalıştığını göstermiş olurdu.
Bir gün hastane koridorunda bir gürültü oldu. Biz de o esnada vizitte hastaları yataklarında ziyaret ederek kontrollerde bulunuyorduk. Hemşire hanımlar hastanın odasına girince hemen bizi çağırdılar. Bir hastanın fenalaştığını gördük. Hasta (terminal-son- dönem) kanserdi. Son zamanlarını yaşıyordu. Artık müdahale edilemez durumdaydı. Ancak hasta tek başına değildi. Yanında yakınları vardı. Doktorluk sadece hastayı tedavi etmek demek değildir. Aynı zamanda iyi bir insan okuyucusu da olmak gerekiyor.
Bütün doktorlar olarak hastanın artık ümitsiz vaka olduğunu biliyorduk. Ama buna rağmen başhekimimiz Gavuzoğlu hasta için, “Novadral ampul çek, gel” dedi bana. Hocam niye böyle yapıyor başta anlayamadım. Hastalar duymayacak şekilde, “Neredeyse hasta ölmüş hocam, artık bir şey yapmaya gerek yok” dedim. Anlam veremediğim için de sinirlenmiştim. Vücut dilim tepkimi ele veriyordu. Yine de hastaya iğne yapıldı. Daha sonra hocam hasta yakınlarına giderek hastanın öldüğünü söyledi.
Peki, öleceği belli olan hastaya müdahale etmeden hasta yakınlarına öldüğünü söylesek olmaz mıydı? O an için olmazdı. Biz henüz eğitimde olduğumuz için yalnızca eğitimimize odaklıydık. Tıp kitabına bağlıydık ve hastaya odaklıydık. Tabii, kitapta yazmayanlar var. Hasta ve hastalıktan bağımsız durumlar da var. Filmlerde görmüyor muyuz, bazı doktorlar geliyor doğrudan hastanın öldüğünü söylüyor, duygusuzca ya da haberlerde görmüyor muyuz, doktor katili olan hasta yakınlarını. Hocamın bana anlatmak istediği ana fikir şuydu: hasta yakınları hasta umutsuz vaka mı değil mi anlamaz, onlar doktorlardaki gayreti görmek ister. Ayrıntıları görmezler ya da görmek istemezler. Hastanın kurtarılamayacak durumda olduğu umurlarında olmaz, onların hafızalarında kalacak olan, “o doktor hastamız ölürken hiçbir şey yapmadı” olur.
Rakamlar
Askere gitmeden önce hocam Operatör Dr. Güven Çetin beni, kendisinin yakın arkadaşı ve benim üniversiteden hocam olan Prof. Dr. Şinasi Yavuzer’in yanına 3 ay süreyle eğitim almam için gönderdi. Prof. Dr. Şinasi Yavuzer’in yanında çalışıp, onun iyi olduğu konularda mesleki becerimi geliştirmemi ve iyice öğrenmemi istiyordu. Böylece kendisinin yanında 3 ay çalıştım.
Bir gün Prof. Dr. Şinasi Yavuzer beni yanına çağırıp, “hadi bakalım, bu haftaki stajyer dersini sen anlat” dedi. Bütün slaytları birer birer gözden geçirip tekrar ettim. Daha önce birkaç kere dinlediğim ders olduğu için slaytların hepsine aşina idim. Sınıfta on-on iki stajyer öğrenci vardı. Öğrencilerin ortasında slayt makinası hazırda duruyordu. Konuyu biliyordum. Slaytları da teker teker geçip anlatacaktım. Gayet basitti. Ben de kendime güvenerek geçtim kürsüye ve dersi anlatmaya başladım. Dersin konusu “Toraks Travmaları” idi. Gayet güzel gidiyorduk. Dersi anlatıp slaytları gösterirken öğrencilerden biri, “hocam bir dakika, bir önceki slayta döner misiniz?” dedi. Ben dersi tam anlatıp bitirmek üzereyken, niye bozuyorsun, neyi merak ediyorsun hala dedim içimden. Bir önceki slayta döndüm, bir sürü rakam. Bu rakamları soruyorsa yandık diyorum kendi kendime. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok çünkü. O dersin çok zor geçtiğini iyi hatırlıyorum. Benim hatam bilmediğim şeyleri slaytlardan çıkarmamaktı. Ama dersi anlatmak için kalktık bir kere ayağa. Artık hoca olarak bilmiyorum demek de olmaz. Bilmiyorum demek erdemdir, tamam, ama ona bilmiyorum, buna bilmiyorum dersen de nereye kadar. Öğrenciler bu zaafımı yakaladılar ya, üstüme üstüme geliyorlar. O nedir, bu nedir. Şu slayta döner misiniz, bu slayta bir daha bakalım. Hepsine cevaplar verdim ama ne dedim, hatırlamıyorum. Öyleydi, böyleydi bir şekilde bitti o ders. Muhtemelen bildiğim yerlerden yola çıkarak o öğrencilerin sorduğu ama bilmediğim cevapların üzerini kapatmaya çalıştım. O gün hocalığın ne kadar zor ve sorumluluk gerektiren bir iş olduğunu anladım.
Öğrenci öğrenmek ister doğal olarak. Ee.. nihayetinde bir öğrenci de sorup duracak. Hoca yeterli bilgiye sahip değilse, öğrencinin sorgulamaları sanki hocanın açığını yakalamaya çalışıyormuş gibi algılanabilir. Öğrenci sorarak öğrenir, çünkü karşısında ne söylediğini gerçekten bilen biri açıklama yapıyor. Hocanın bilmesi lazım ve bildiğini de anlatması lazım. Güzel Türkçeyle edebiyat yapmaya ihtiyacı yoktur bu anlamda. Bildiğini anlatması öğrenci için yeterlidir, güzeldir. Ben de bu ilk ders anlatma deneyimimde hocalığın niteliğini daha iyi anladım. Hocanın kendi kulvarında her şeyi bilmesi gerektiğini ve derse başlarken en azından slayt ya da ders kitabı olarak öğrencilere sunduğu konuları çok iyi bilmesi gerektiğini öğrendim; tabii bir de bilmediği konuları açık yüreklilikle “bilmiyorum, bakıp size bir sonraki derste açıklayayım” demesini.
Çamlıca Asker Hastanesi (Morg)
Çamlıca Asker hastanesine, 3 aylık Etimesgut’taki yedek subay eğitimini bitirdikten sonra kura çekerek 1986 yılının Mayıs ayında başladım. Çok şanslı olduğumu düşünüyordum. Çünkü Göğüs cerrahisinde aldığım uzmanlık eğitimini Milli Savunma Bakanlığının bu, özel dal hastanesinde devam ettirecek beraberinde de askerlik yükümlülüğünü tamamlayacaktım. 100’e yakın büyük akciğer ameliyatı gerçekleştirdiğim Çamlıca Asker Hastanesi’nden çok güzel anılarla ayrıldım. Asteğmen Op. Dr. Rıza Doğan, Asteğmen Uz. Dr. Orhan Arseven, Albay Dr. Muhittin Dölalan, Albay Op.Dr. Tamer Baltacıoğlu, Albay Dr. Nevzat Kaya, daha sonra Gaziantep Üniversitesine rektör olan Albay Dr. Erhan Ekinci birlikte çalışma şansı bulduğum meslektaşlarımdı. 1986 yılında İstanbul’un en ağır kışını Çamlıca’da askerlik yaparken yaşamıştım. Yağan kar 3 gün okulların kapanmasına sebep olmuştu.
Çamlıca Askeri Hastanesi’nde bir gün idari nöbetindeyken vefat etmiş bir generalin cenazesinin bizim hastanenin morguna getirileceği haberi geldi. Morga yerleştirilmek üzere generalin cenazesi getirilince Başhekimimiz Op. Dr. Mühittin Kanlıçay Albay bana, “generali morgda güzel bir yere yatırın” diye tembihledi.
Ben de gencim o zamanlar, gayri ihtiyari tebessüm ettim. Çünkü sonuçta morgdayız. Tamam, ben görevimi yaptım, morgda üstlerde bir yere yatırdık generali ama ne fark eder ki ha alt çekmece ha üst çekmece. Morg burası. Önemli olan bedene zarar gelmemesi ve korunarak orada bekletilmesidir. Tabii, maksat albayın gönlü olsun.
Toprağa gömülenleri pek ilgilendirmeyen ama toprağın üzerindekileri çok ilgilendiren bir mezarlık kültürü var fark ettiyseniz. Akrabanızın mezarı daha pahalı bir yerdeyse, mesela deniz kenarındaysa ve daha süslüyse bu durumun bizimle ilgili olduğunu anlamalıyız. Yani bizim hoşumuza gidiyor.
Ayrıca bu durum yaşayanların arasındaki bir rekabete de neden olabiliyor her konuda olduğu gibi. Rekabet hırsı, vefat etmiş yakınlarımızın üzerinden dahi sürüyor. Bir süre sonra beden çürüdüğü gibi kemikler de çürüyüp gidiyor. Ama mezara yatırım yapılmışsa o prestij devam ediyor.
Ta ki bu prestij peşinde koşanların kendileri vefat edene kadar. Tabii, onların da yakınları bu mezarlık kültürüne meraklıysa bu sefer kendileri giriyor pahalı mezarlıkların içine.
Daha sonraki terfi döneminde sayın Başhekim Muhittin Kanlıçay albayımın generalliğe terfi ettiğini öğrendim. Benim morgda iyi bir yere yatırdığım generalin de bu terfide yardımı olmuştur umarım.
Heybeliada
"Gözünü yıldırmasın karakış,
Altında sağlama yatağın,
Hastanede sıran var.
Ne kaldı ki şurada,
Ekim, Kasım, derken Aralık
Sabrın tükenmezse eğer,
Heybeli'desin bahara doğru.
Rıfat Ilgaz"
Şiir, roman ve öykü yazarı olan Rıfat Ilgaz'ın 1944 yılında tedavi gördüğü Heybeliada Sanatoryumunda 1987-1991 yılları arasında tam 3 yıl çalıştım. Benim atandığım yıllarda Cerrahi Kliniğin şefleri Op. Dr. Mehdi Sili ve Doç. Dr. Bülent Arman idi. İki asistanımız Muharrem Çelik ve Erkan Balkan vardı. Benim için 1987 ve 1991 yılları arası Heybeliada anıları ve vapur yolculuklarıyla doludur. Acil durumlarda Sanatoryum’a yetişebilmek için şehir hatları vapurunun tarifeli seferlerini beklemeyip motor tuttuğumuz da oluyordu. Hatta ulaşım probleminden dolayı bazı hastane çalışanları Sanatoryum’da yatakhane haline getirilmiş odalarda kalıyordu. Sanatoryum erkekler ve kadınlar binası olmak üzere iki bloğa ayrılıyordu.
Bugün pektus alanında “Nuss ameliyatı” ile yeni bir çığır açmış ve isim yapmış olan Amerikalı pediatrik cerrah Dr. Donald Nuss da benim Heybeliada’da çalışmaya başladığım 1987 yılındaki o günlerde henüz keşfettiği Nuss ameliyatı sırrını daha açıklamamıştı. Yeni yeni ameliyat denemelerine başlamıştı. 10 yıl boyunca da sonucundan emin olana kadar dünyaya duyurmayacaktı. Biz de daha sonraki yıllarda Nuss ameliyatını kliniğimizde 13 yıl içinde 1.100 hastamıza uygulayarak bu keşiften istifade ettik. Böylece hastalarımızın, Nuss ameliyatı sayesinde 4 saatten 15-20 dakikaya inen ameliyat süresiyle, hastanede daha az yatmalarıyla, ameliyat sonrası hasta konforuyla ve tez zamanda normal yaşamlarına dönmeleriyle memnuniyetlerini arttırmış olduk.
Askerliğimi Çamlıca Asker Hastanesinde yedek subay olarak tamamladıktan sonra Heybeliada Sanatoryumu Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Şef Muavini olarak çalışmaya başladım. Buraya Marmara Bölgesinden birçok tüberküloz(verem) hastası tedavi olmak için geliyordu. Yeri, gayet iyi tespit edilmiş ve Prens Adaları içinde havası en yumuşak mevki olan Çam Limanı burnundaydı. Adaya yalnızca tedavi olmak için gelip daha sonra buraya yerleşen çok fazla aile vardı. Burada temelli kalma nedenleri de sanatoryumda tedavi olurken buranın havasının kendilerine iyi geldiğini görmeleriydi.
Heybeliada Prens Adaları arasındaki en yeşil ada. Eski adı bakır anlamına gelen Halkitis'tir. Çünkü zamanında burada işletilen bir bakır madeni varmış. Daha sonra adanın dış görüntüsüne bakılarak Heybeliada ismi verilmiş. Mizah yazarı Aziz Nesin ile roman ve öykü yazarı Hüseyin Rahmi Gürpınar Heybeliada’lıdır. İsmet İnönü'nün ailesiyle beraber adaya taşınmasıysa sanatoryumun kurulduğu yıl olan 1924'e rastlar. Daha sonra Sanatoryum İnönü’ye de hizmet vermiştir.
Osmanlı'nın son devrindeki uzun savaşlar, taht değişiklikleri ve imkânsızlıklar nedeniyle sürekli ertelenen Sanatoryum kurma hamleleri cumhuriyet idaresi kurulup sular durulunca hükümet tarafından hemen gerçekleştirilmiştir. Sanatoryum, Heybeliada iskelesinin solundaki Deniz Lisesi binalarının ötesinde kalmaktadır.
Tüberküloz sanatoryumları akciğer veremi tedavisi için kurulmuş müesseselerdir. Bu alanda kurulmuş ilk sanatoryum Almanya'dadır. 1858 yılında Dr. Brehmen'in hangi iklimlerin ve neresinin verem hastalarına iyi geldiği üzerine yaptığı araştırmaları neticesinde, olumlu sonuçlar tespit edilince uygun bulunan yerlerde kurulmuştur.
Selçuklu-Osmanlı zamanından gelen hastayı yaylalara gönderme tecrübemiz bizim milli hafızamızda mevcuttur. Hastaların böylelikle açık havadan istifade ederek ve doğal besinlerle beslenerek şifa bulacaklarına inanılıyordu. Ancak bu doğal tecrübeler henüz sanatoryumları doğurmamıştı. Sanatoryum kurmak maksadıyla araştırma yapmayı ilk akıl eden kişi Almanya'dan Dr. Brehmen olmuştur. Buradan Avrupa'ya ve oradan da Dünya'ya yayılmıştır. Biz de İsviçre gibi ülkelerin sanatoryumlarından aldığımız örnekle ilk sanatoryumumuzu 1924 yılında Heybeliada'da kurmuşuz. İçinden Prof. Dr. Siyami Ersek’i çıkarmış olan Heybeliada Sanatoryum’u 2005'e kadar hizmet vermiş, hasta azlığı ve ulaşım zorluğu gibi nedenlerden dolayı kapatılıp kaderine terk edilmiş, 2009 yılındaki yangınla da maalesef sanatoryumun ilk kurulduğu köşk ve cerrahi bloğu tamamen harabeye dönmüştür.
Adada izole bir hayat var. Bu insana farklı bir ruh hali veriyor. Hemen hemen bunu adaya ayak basmış herkes hisseder. Kendine has bir dünya, sanki farklı bir gezegen gibi. Yazlık havasındaki küçük bir kasaba gibi ama öyle de değil. Büyük şehir İstanbul'un bir parçası. Belki de bundandır melankolik havası. Kalabalıkların içinde bir kenara çekilmiş, içine kapanmış çekingen biri gibi. Ama yalnız da değil. Bir adım ötesi, görüş mesafesi koca İstanbul.
Heybeliada’da 3 tepe var. Birçok yeri yüksek kayalıklı ve girintili çıkıntılıdır. Sıra sıra evler, çarşı, meyhane, kahve, cami, sinagog, deniz lisesi, İnönü müzesi, Gürpınar müzesi, Hidiv konağı ve kiliseler vardır. Diğer adalarda olduğu gibi birçok Rum Ortodoks Kilisesi, manastırı ve bir tane de Rum Ortodoks Ruhban Okulu bulunmaktadır.
“Prens Adaları” ifadesi Bizans devrinden kalma. O zamanlarda suçlu bulunan prensler buraya kapatılırmış. İnzivada yaşamayı seçen manastır keşişleri, suçlu prensler ve bu prenslere eşlik eden nöbetçi askerler dışında o zamanlar bu adaları pek kullanan yokmuş. Fatih Sultan Mehmet önderliğindeki Türkler İstanbul’u fethetmeden önce bu adaları almış.
Hristiyanlıktaki manastır münzevi geleneği adeta adanın üzerine sinmiş gibi. Kiliseler camiler gibi hayatın içinde değil, hep uzağındadır; kenarda, köşede, tepede; hep toplumdan uzak yerlerde. Hatta birinin ismi tam da bunu yansıtır: Terk-i Dünya Kilisesi. Bu kilise de Heybeliada Sanatoryumunun bulunduğu Çam Limanı bölgesinin batı ucunda yer almaktadır.
Bu ruh adada sırf kilise ve manastırlara has değil elbet. Rum, Ermeni olsun olmasın, Yahudi, Müslüman, vd. olmak üzere orada yaşayan ya da sadece adaya uğrayan herkesin hissettiği ve soluduğu bir ruh bu. Şairlere has bir ruh..
Bir defasında Heybeliada’da bulunduğum zamanlar değerli arkadaşım Dr. Gülderen Dolunay günlerden bir gün hastaneye ziyaretimize gelmişti. Kendisine hastaneyi gezdirmek istiyordum. Tabii her yer sessiz, sakin, azıcık insan bile varla yok gibi, araba bile yok. Gülderen, durdu durdu, “Ya burası ne kadar sedanter bir yer” dedi.
Sanırım çoğu adanın kaderinde bu ifadeye maruz kalmak var. Çünkü ada dediğimiz yer nihayetinde oldukça sınırlı. Kıyı kıyı yürüyüp ya da bisiklete binip bir tur atsanız Heybeliada bitiyor, o kadar. Bir tur atarsın, iki atarsın, sonu yok. Yani başka da yapacak pek bir şey yok orada. Sakinlik, melankoliyle karışık bir huzur, hatta belki yalnızlığın huzursuzluğuyla karışık bir tatil havası var orada.
Sanatoryum da Terk-i Dünya Kilisesi gibi Heybeliada’nın arkasına, sırtına saklanmış koca İstanbul’un kalabalığından kendini gizlemeye çalışıyor gibi. Zaten 2005 yılında da Sanatoryum’un kapatılma sebebi ulaşımın zor ve az hastanın olmasıydı. 1987-1991 yılları arasında orada çalışmamın haricinde kapatılmadan bir yıl önce de ihtiyaçtan ötürü beni oraya çağırmışlardı. 2004 yılında artık hem Marmara Üniversitesi Altunizade Hastanesi’ne hem de haftada iki gün olmak üzere Heybeliada Sanatoryum’una gidiyordum. O zamanlarda Heybeliada’da Şefimiz Mehmet Sili ve Başhekim Dr. Ahmet Refik Eren emekli olmuş, Başhekim olarak göğüs hastalıkları uzmanı Dr. Melahat Kurutepe vardı.
“87-91” dönemim ile 2004 dönemimi karşılaştırdığım zaman şunu gördüm ki teknoloji bu zaman zarfında çok ilerlemesine rağmen Heybeliada Sanatoryumu’na uğramamıştı. Kısaca oraya daha fazla yardım düşünülmüyordu. MR ve tomografi cihazı dahi yoktu. Artık kendi başına nereye kadar giderse gidecekti. Ki benden sonra da kapatıldı. 2009’da da bir bölümü yanıp harabeye dönmüş. Böylece bu olay da Heybeliada’nın sedanter, durağan havasına daha da katkıda bulunmuş oldu. Adadaki Ruhban Okulu uzun yıllar öncesi ve Deniz Lisesi de daha sonraki yıllarda kapanmıştı.
Adada çalıştığım dönemden güzel bir hatıra olarak oğullarım, Barış ve Bora’yı bir ucunda Heybeliada Sanatoryumunun, diğer ucunda da Terk-i Dünya Kilisesinin bulunduğu Çam Limanı koyunda denize götürdüğümü hatırlıyorum. Uzmanların sırayla nöbet tuttuğu idari binada nöbet sırası bana geldiğinde çocuklar yanımdaysa müsait bir zamanda denize girerdik. Çünkü pek iş olmadığı, sanatoryum çevresi de bomboş olduğu için vakit de boldu. Hafta içi günlerinde adaya giderken benimle geldikleri zaman hemşireler lojmanının yemekhane katında hep birlikte kahvaltı ederdik. Ameliyata girmem gerektiğinde ise Barış ve Bora lojmanda birlikte vakit geçirerek beni beklerlerdi. Hava güzelse açık hava, bol oksijen deniz keyfiyle birlikte güzel günler geçirmemize vesile olurdu.
Adanın şairlere has bir ruhu var demiştim. Evet. Şair Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’da yaşamış olması gibi aynı zamanda Heybeliada Sanatoryumu’na hasta olarak yolu düşen şairler de olmuştur. Bölüm başında şiirini paylaştığım Rıfat Ilgaz gibi mesela. Şair Ece Ayhan gibi; ya da “Zonguldaklı Şairler” diye bilinen Şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu gibi. Şair Rüştü Onur’un 1941-42 senelerinde hayatı iş ve Heybeliada Sanatoryumu arasında geçmiştir. Sanatoryum’da iken bir gün tifodan yatan Mediha Sessiz ile tanışır; nişanlanırlar ve 18 gün sonra Mediha Sessiz, ardından da Rüştü Onur vefat eder.
Yönetmen Yılmaz Erdoğan 2013 yılında “Kelebeğin Rüyası” adlı filminde bu iki şairin hayat hikâyelerini anlatmıştır. Oyuncu Mert Fırat, Rüştü Onur’u ve Kıvanç Tatlıtuğ da Muzaffer Tayyip Uslu’yu canlandırmıştır. Film için Sanatoryum’un yanmayan iki bölümü restore edilmiştir. Zonguldak’lı şairler 20’li yaşlarının başında hastalıklarına yenik düşerek vefat etmişlerdir. Sanatoryum’da iyileştikten bir süre sonra 1942 yılında R. Onur, 1946 yılında da M. Tayyip Uslu vefat ediyor. O yılların arasında 1944’de ise Sanatoryum’a Rıfat Ilgaz tedavi olmak üzere yatıyor.
Heybeliada Sanatoryumu’nun kapanmasından bir yıl önce göğüs cerrahisi kliniği şefliği kadrosu boşaldı. Bunun üzerine oradan bana arkadaşım olan Başhekim Dr. Melahat Kurutepe tarafından geçici görevlendirme teklifi geldi. Teklifi kabul ettim. Böylece ikinci Heybeliada günlerim de başlamış oldu. Heybeliada Göğüs Cerrahisi Kliniği’nde 15’e yakın asistan ve uzman cerrah vardı, 8 aya yakın bir süre birlikte çalıştık. Çok güzel arkadaşlıklarımız oldu. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1995 yılında mezun olan öğrencilerimizden Dr. Mustafa Küpeli de o günlerde sanatoryumda asistan olarak görev yapmaktaydı. Mezuniyetinden 9 yıl sonra ihtisasa başlamış olmakla birlikte çalışma azmi oldukça yüksekti. Gayet iyi yabancı dili vardı. Daha çok şeyler öğrenmek istiyordu. Bunun üzerine ben de kendisini Marmara Üniversitesi Altunizade Hastanesi’ne çağırdım. Burada üç ay boyunca zorlanarak da olsa çalıştı. Başta biraz umudu kırılmış gibiydi ancak teşviklerimle öl de ölelim motivasyonuna girmişti bile. Ve Heybeliada’da, Altunizade’de asistanlık derken daha sonra Tokat’ta hoca olduğunu öğrendim. Çok memnun oldum. Daha sonra da kendisinden güzel bir mektup aldım. Dr. Mustafa Küpeli’nin mektubunu kendisinin izniyle aynen aşağıya alıyorum:
“Sayın Hocam,
Şu anda bunu size yazmak ihtiyacı hissettim. Biraz vaktinizi alacağım için kusuruma bakmayın.
İlk önce yazdığım yazı inşallah iyi olmuştur. Sizin yorumlarınızı bekliyorum. Şimdi esas söyleyeceğim konu bütün samimiyetimle içimden gelerek söylüyorum ki, “Allah bütün gönlünüzün muradını versin. Allah sizden razı olsun. Bütün mutluluklar ve güzellikler sizinle olsun.” Bunu söylememdeki sebep, inanın bana, siz bu görevi verince 6 ay önce, ilk 3 ay böyle bir şeyin olmayacağını düşünerek geçti. Sordum soruşturdum, inanın, göğüs hastalıkları uzmanları da bu konunun zor olduğunu, çok bir fikirleri olmadıklarını söylediler. Bilenler de cerrahi tedavinin olmadığını söylediler. Neyse ama o Diyarbakır’daki toplantıda söylediğiniz bir cümle bana yetti. Hani hiçbir şey yapamazsan bile yazarsın sonunda, bir cümle ile fikrini söylersin demiştiniz. İyi ki gelmişim o toplantıya. Yoksa zaten yazma özürlü olduğum için bir şey yapamayacaktım. Şimdi kendime olan güvenim arttı. Bir şeyler yapabileceğime inanmaya başladım. İnşallah güzel olmuştur. Fikirleriniz benim için çok önemli. Bu konudaki değerli fikirlerinizi bekliyorum. Ellerinizden öperim. Saygı ve hürmetlerimi sunuyorum. İyi ki varsınız, iyi ki de benim hocam olmuşsunuz ve iyi ki de sizi tanımışım. Allah razı olsun sizden.
Konuşacağım ve özellikle de öğreneceğim çok şey var benim bu konuda fakat kısa kesiyorum.
Saygı ve hürmetlerimle,
Mustafa KÜPELİ”
2004 yılından 1988’e dönersek, Heybeliada Sanatoryumunda o günlerde ders niteliğinde bir olay yaşadım. Bir gün anestezi teknisyenleri ile beraber (Hem Atatürk Sanatoryumu’nda hem de Heybeliada Sanatoryumunda uzun yıllar Anestezi uzmanı yokluğundan Anestezi teknisyenleri ile çalıştım. Hepsi ayrı birer değerdi, bizlerin en büyük yardımcısı ve kader ortağımızdı.) 11 yaşında bir çocuğu ameliyat ediyordum. Tam ameliyatın ortasına gelmişken teknisyenlerden biri yanlışlıkla hastayı aspire ederken ağzından anestezi tüpünü çıkardı. O an ne yapmalı ne etmeli derken klinik şefi Op. Dr. Mehdi Sili’yi çağırtmak zorunda kaldım. Düşünün tehlikeyi. Ameliyatın tam ortasındayız. Tüp çıktıktan sonra hastanın beyninin ne kadar oksijensiz kaldığını bilmiyoruz. Tam bir facia. Şef gelince kendisine danıştım;
"Ameliyatın yarısını geçtim fakat teknisyenler yanlışlıkla tüpü çıkardılar. Tüpü yerine yerleştirdik. Ancak, şimdi ne yapmalıyım?" dedim.
Şef, "Sen bu ameliyatı sonlandır, yapma." dedi.
Bir hastanın hayatı ile bir cerrahın başarısı ve kariyeri mevzu bahis burada. O cerrah da bendim. Yani başladığım işi de yarım bırakmak istemiyordum. Karşıma ne kadar zorluk çıkarsa çıksın çözüm yolunu bulmalıyım diye düşünüyordum. O an için ameliyatı bırakmayı da başarısızlık olarak görüyordum. Ancak şefin sonraki şu cümlesi benim için ve ameliyat için kırılma noktası oldu.
"Hastalıklı bir yaşayan, sağlıklı bir ölüden daha iyidir!" dedi.
Kritik bir an. Bunu zorlamanın âlemi yoktu. Ameliyata devam edersin, başarılı olursun ama hasta ölmüştür. Ne anlamı var ki o zaman! Öncelik, hastayı yaşatmakta. Sonra hastalığı tedavi etmek, esas başarı budur. Aksi halde kadavra üzerindeki başarılı bir operasyondan öteye geçmezdi bu ameliyat. Varsın sorun çözülmesin ama hasta yaşasın. Sonra illa ki yine hastalığı çözerdik. Aceleye gerek yoktu. Bu yüzden şefin önerisini dinledik. Hasta bir kendine gelsin görelim dedik. Hastalıklı akciğeri bıraktık ve biraz sonra hasta uyanıp kendine geldi. Bir hafta sonra da ameliyatı tamamladık. Hasta düzeldi. Şefin tecrübesi ve engin görüşü sayesinde bu oldu. Gerçekten de kritik anlarda hızlı ve doğru kararlar verebilmek için bazen eğitim yetmez. Senelere dayanan birikim ve tecrübe gerekir ki hızlı karar verilmesi gereken anlarda güvenle doğru seçimler yapılabilsin.
Bizi dış dünyaya biz olarak tanıtan şey nedir? Eylemlerimizdir. Bu eylemlere dışarıdan bakınca genelde sırf başka eylemler sebep oluyor gibi görünür. Kısmen doğrudur. Ancak büyük bölümü anılarımızda elde ettiğimiz tecrübelere, değişen anlayış ve düşüncelere dayanır. Böylece bir karakter meydana gelir. Biz adeta karakterimiz meydana çıksın diye, heykel olmak için yontulmayı bekleyen varlıklarızdır. Anılarımız da bizi yontup meydana getiren bir heykeltıraşın elindeki çekiç, yontma kalemi ve törpü gibidir. Bugün beni ben yapan ve her biri hayatıma bir anlayış katan anılarımdan “ada” anılarımı okudunuz.
Öneriler
Hayatımda birçok kişinin önerisini dinleyerek ve birçok kişiye de önerilerde bulunarak zincirleme, karşılıklı başarılara tanık olmuşumdur. Fikir alışverişinde bulunmak, deneyimlerden yararlanmak, tabiri caizse söz dinlemek başarıya ulaşmada önemli bir yere sahiptir.
Öğretim üyesi olarak ulaştığım başarılarda akademik camiadan dört kişinin katkısı benim için unutulmazdır. Birisi Pediatri Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Prof. Dr. Elif Sezginer Dağlı, diğeri Pediyatrik Cerrahi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Tolga Dağlıdır.
Kliniğimin kuruluşu sürecinde Tolga’dan her zaman çok yararlı tavsiyeler almışımdır. İngiltere’ye 1 yıllığına gittiğim dönemde Londra Gatwick havaalanında beni Tolga karşılamış, ilk evimi birlikte tutmuştuk. Londra’da çok sıkılıp dönmeye karar verdiğimde beni “git Regen Park’ta gez ama 1 yıllık süreni doldurmadan gelme” diyerek kararımdan vazgeçiren yine kendisi olmuştur.
Yine Elif’in verdiği tavsiyeler de her zaman bana ve kliniğime faydalı olmuştur.
Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne ilk girdiğim yıllarda Toraks Derneği’nin İzmir’de yapılacak yıllık toplantısına Viyana’dan Walter Klepetko davet edilmişti. Yalnız Klepetko programı gereği İzmir’e geçmeden önce bir gece İstanbul’da kalmak durumundaydı ve Toraks Derneği’nin İstanbul için bir programı yoktu. Bu yüzden de Klepetko’yu karşılama, ağırlama ve İzmir’de ona eşlik etme işini Göğüs Cerrahisi Çalışma Grubu Başkanı olarak benim üstlenmem gerekiyordu.
Elif, Klepetko’ya yapacağım misafirperverliğin olumlu anlamda katbekat bana geri döneceğini söylemişti. Yıllar sonra geriye baktığımda, dünyaca tanınmış bir Göğüs Cerrahının beni yakından tanımasını sağladığım bu üç günlük ağırlama gerçekten de bana misliyle geri dönmüştü.
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesine girerek Göğüs cerrahisi Anabilim Dalını kurmamda beni destekleyen ve birlikte omuz omuza mücadelemizi sürdürdüğümüz üçüncü kişi Prof. Dr. Turgay Çelikel’dir. Türkiye’de anestezistlerin tekelinde olan yoğun bakım sorumluluğuna Göğüs Hastalıklarının da dahil olmasını sağlamıştır. Turgay bizim aramızda açık sözlülüğü ve doğru bildiklerini canı pahasına savunmasıyla anılırdı. Ayrıca Amerika’da doğmuş ve uzun yıllar orada yaşamış olması Amerikan tarzının genlerine de işlemesine sebep olmuştu.
Marmara’ya atanmadan önce 2 yıl Marmara’nın konsültanı olarak çalışmıştım. Haftada 2 gün Heybeliada’dan Marmara’ya gelerek ameliyatlara giriyor ve toplantılara katılıyordum. Geldiğimde genellikle Turgay’ın odasında kalıp oradan ameliyathaneye iniyordum. Turgay kendisine kahve yapmak istediğinde kahve makinasını kullanarak sadece kendisine yapar ve içerdi. Eğer istersem kendime onun odasında kahve yapabileceğimi düşünür teklif bile etmezdi. Bu açık sözlülüğünü hastalara da gösterir ve hastalıklarını yüzlerine direkt söylerdi. Baştan garipsediğim bu tutumu sonraları bana daha doğru gelmeye başlamıştı. Birçok hastasını ben karşı gelmeme rağmen (ameliyat olamayacağını ve masada kalacağını veya yoğun bakımdan çıkamayacağını düşündüğüm için) zorla ameliyat ettirir ve haklı çıkardı. Bu şekilde yıllarca yaşayan birçok ortak hastamız olmuştu.
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak 1991 yılında işe başladığımda her öğretim üyesi derslerde kullanacağı slayt makinesi, tepegöz gibi şu anda hepsi birer tarih olmuş ders araçlarını kendi edinir ve kullanırdı. Her bölümün birer adet slayt makinesi ve tepegözü vardı. İlk dersimde slayt makinesini Turgay’dan ödünç alarak kullanmıştım. Slayt makinesini kendisine iade ederken bana “bunu bir daha veremeyeceğini kendime 1 adet slayt makinesi edinmemi” söyledi. Ben de ilk fırsatta halen şu anda da çalışır halde olan bir adet slayt makinesi almıştım.
Aynı fakültede birlikte çalıştığım bu meslektaşlarımın dışında akademik hayatımda kendisi ile karşılaşmanın bana çok büyük bir kazanımı olduğunu düşündüğüm kişi o zaman Fen Fakültesi Dekanı da olan Prof. Dr. Dursun Hakkı Yıldız’dır. Heybeliada’da çalıştığım günlerden bir gün Turgay beni bir hasta için aradı. Müsaitsem hemen Marmara’ya gelmemi istedi. Ertesi güne Dekan Prof. Dr. Atıf Aktaş’ın odasında randevulaştık. Hakkı beyin akciğerindeki lezyon için benden görüş isteniyordu. Yaptığımız konsültasyon sonrası ameliyat kararı alındı. Güçlü milliyetçi duygulara sahip olan Dursun Hakkı Bey de ameliyatı kendi üniversite hastanesinde yani Marmara Üniversitesi Hastanesinde olmak istedi. Bu isteğini hep birlikte gerçekleştirmek üzere harekete geçtik. O hafta Dursun Hakkı beyin ameliyatını başarılı bir şekilde yaptım. 1 hafta içinde taburcu oldu. Dursun Hakkı Yıldız ile olan bu beraberliğimiz 6 ay içinde benim Marmara’ya girmemle daha bir güçlü hale geldi. Bu yakın görüşme benim Marmara’ya girdikten sonra 1 yıllığına Londra’ya gidişim ile hiç kesilmedi. Her türlü sosyal olayda bir araya gelmeye başlamıştık. Benim akademik yaşamımdaki başarımda kendisinin samimi ve içten desteğini her zaman hissetmişimdir.
Marmara Üniversitesi Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı’nın kurulmasında, gelişmesinde ve özellikle bugünlere gelmesinde büyük katkıları olan, ayrıca kendi alanlarında Türkiye’de ilkleri gerçekleştiren bu bilim insanlarına ne kadar teşekkür etsem azdır.
Abant’ta Bir Gün
Bu anlatacağım hikâye muhtemelen iştahınızı açacak, karnınızı acıktıracaktır, şimdiden kusura bakmayın. Ama karnınızın acıkmasıyla kalmasın bence bu. Mutlaka karlı havada sucuk ekmeği bir deneyin. Planlarınızın arasında olsun derim; açık ve karlı bir hava, bol oksijen, yürüyüş, ardından sucuk ekmek ve dost sohbeti.
Kendisiyle İngiltere’de tanıştığım Prof. Dr. Oğuz Polat ile birlikte bir dönem çok gezdik. Benim 1 yıllığına eğitim için gittiğim Londra’ya Oğuz 3 aylığına “British Counsil” bursu ile gelmişti. İkimiz de yalnızdık, birlikte tüm İngiltere’yi dolaştık. Türkiye’ye döndüğümüzde de bu yakın arkadaşlığımız devam etti, ailecek programlar yapardık. O zamanlar ikimizin de bütçesi kısıtlı olduğu için durumumuza uygun yerler arardık. Bu yüzden indirimlerden yararlanmak için tatillerimizi aynı tarihlere denk getirip aynı yerlere giderdik.
Mesela Abant’a gideceğimizde Bolu’da “Öğretmen Evi”nde kalırdık. İkimize de öğretim üyesi olduğumuz için indirim yapılırdı. Böylece ekonomik açıdan idare ederdik. Kayak yapmayı bana ilk defa Oğuz öğretmiştir. İlk kayma denemelerimi 37 yaşımda Uludağ’da yapmış, ilk gün Oğuz’un rehberliğinde kaymayı becermiş ertesi gün birlikte kaymak için zirveye çıkmıştık.
Eskiden imkân buldukça kayak yapmaya giderdik. Artık gidemiyorum. Çünkü o kadar da güvenli bir spor gibi gelmiyor bana. Sonuçta her an bir yerinizi sakatlayabilirsiniz. Bir doktorun sakatlanması da günlerce ameliyatlarda işlevsiz hale gelmesi demektir. Hele her ay yurtdışında bir yerlere konferansa veya ameliyata giden benim gibi birisi için bu riske girmeye değmez diye düşünüyorum. Artık tenis ve yüzme gibi daha tehlikesiz sporlar tercihim.
Yine bir gün Oğuz ile Bolu’da Öğretmen Evi’nde kalıyoruz. Oradan Abant’a gitmeye karar verdik. İyi bir yürüyüş yapalım dedik. Tempolu yürüyüşte insanın ciğerleri açılıyor. Bir de bunu karlı havada yaptığınız zaman bol oksijen ile adeta diriliyorsunuz. Enerji doluyorsunuz; bembeyaz ağaçların arasında yürümek çok keyifli. Hele o karlı ormandaki sadece hafif bir flüt sesi gibi rüzgâr ve tabii ayağınızın altında hissettiğiniz katır kutur dinlendirici ve kulağınıza hoş gelen karın sesi.
Her şey bu şekilde güzel giderken içerden bir ses gelmeye başladı, bir sorun çıktı. E zaman geçiyor haliyle. Karnımız acıktı. Hem de baya baya acıktık. Bol oksijen soluyarak yürüyüş yapınca açlık bir anda hissediliyor. “Ya şimdi ne olacak bizim halimiz” durumuna düştük resmen. İşte bu halde Abant’ta gölün etrafında yürümeye devam ediyoruz.
Derken etraftan kokular gelmeye başladı. Sucuk kokusuydu bu. Kokuyu takip etmeye başladık sanki. Gerçi koku her yerden bizi öyle bir sardı ki nereden geldiği de belli değildi. Yolu takip etmeye devam ediyoruz sabırla. Yani etrafa da bakıyoruz oturup ta yemek yiyebileceğimiz hiçbir yer yok. Bir yürüyüş keyfi yapalım dedik açlıktan ne olduğumuzu şaşırdık.
Yürürken biraz ileride bir de ne görelim. Bizim Pediyatri Anabilim Dalı başkanı rahmetli Prof. Dr. Müjdat Başaran yol kenarına, ağaçların altına mangalı kurmuş sucuk ekmek yapıyor. Biz de gittikçe oraya doğru yaklaşıyoruz. Şimdi yanlarına gidip merhaba biz geldik demek olmaz, ayıp olur. Sucuğu gördüler, geldiler derler. Böyle desinler istemiyoruz. Gerçi niyetimiz o ama, olsun. Onlar davet ederlerse, şahane tabii. O zaman sucuklar garanti olacak. O zaman tek çare bizi fark etmeleri. Çünkü başka yerde yemek yeme şansımız yok.
Biz şimdi yavaş yürüyüşe geçtik Oğuz ile. Onları rahatsız etmeyelim diye görmemiş gibi yapıp yürüyüşe devam ettik. Yanlarına yaklaştık. Sözde yine görmüyoruz. Bu sefer işaret Müjdat’tan geldi, “Vay Mustafa, Oğuz, merhaba, nasılsınız?” dedi. Biz de onları yeni fark etmiş gibi, “Aa siz burada mıydınız? Merhabalar” havasına bürünerek yanlarına gittik; tabii sonrası malum. Sucuk ekmek şölenine biz de dahil olduk.
Akşam olunca Bolu Öğretmen Evi'ne dönüp akşam yemeğine geçtik. Burada bir öğretmenin oğluyla bize org ile verdiği muhteşem konser bu güzel gezimizin finali oldu.
Yüzleşme
Ankara Atatürk Sanatoryumundaki eğitimim sırasında, 1983 yılında çıkan mecburi hizmet yasası nedeniyle, tüm Türkiye’den 16 adet değişik merkezlerden yetişmiş uzmanın, benim de eş durumu nedeniyle atandığım bu merkeze gelmesi benim için büyük bir farkındalık deneyimidir.
Bu merkezde çalışırken ilk defa yurtiçinde yapılan kongreye gittim ve ilk defa sunum nedir, nasıl yapılır orada gördüm. İlk yüzleşmem Hacettepe grubuyla karşılaşmamda oldu. İnsan sadece kendini eğitim aldığı yerle kısıtladığında yüzleşmeleri daha bir sarsıntılı oluyor.
Biz de en iyi eğitim kendimizde sanıyorduk. Ama burada yeni bir dünya ile karşılaştık. Sonra ya bir dakika dedik, daha yeni başlıyoruz. Değişik merkezlerden gelen uzmanlarla çalışmaya başlamam bende bu kişilerin yetiştiği merkezleri tanıma merakı uyandırdı.
İlk fırsatta Hocam Op. Dr. Güven Çetin’in desteğiyle Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğine gidip Prof. Dr. Şinasi Yavuzer ve Prof. Dr. Erdoğan Yalav hocamla 3 ay onların başasistanı olarak çalıştım. Bu çalışmaları daha sonra yurtdışı deneyimleri takip etti.
Marmara Üniversite Hastanesinde çalıştığım günlerden bir gün Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi öğretim üyelerinden Dr. Ömer Soysal bir yıldır eğitim için kaldığı ABD’den dönerken Marmara’ya uğradı. Ben, onun geldiği sırada hastanın yanında kendi kendime meşguliyet halindeyim. Ameliyatını yaptığım hastalardan birinin diren şişesini ters çevirerek boşaltıp (şişe kapalı bir fanus gibi olduğu için su doldurma yerleri şişenin tepesinde) temiz serum fizyolojikle dolduruyordum. Ömer Soysal bana baktı baktı, sonra yaklaşıp, “Ya abi, buna aspiratörle boşaltalım, daha iyi olmaz mı?” dedi. Ben elimde kovalarla Soysal’a bakıyorum. “Niye bu daha önce benim aklıma gelmedi” diye hayıflanıyorum.
Görmeden, izlemeden olmaz. Havadan konuşarak bu işler olmuyor. Biraz ayağa kalkıp hareket etmek, zahmete girmek, etkileşime girmek gerekiyor. Düşünmek elbette olmazsa olmaz ama tek başına yeterli değil. Kişi sadece düşünerek yol alamaz. Böyle özgüven geliştiremez. Kısaca öğrenemez. Ama insan gidip gördüğünde, bilenlere kulak verdiğinde, öğrendiğinde o zaman tamam diyorsun, bunu benim bulunduğum yerde kimse bilmeyip uygulamasa da ben bu işi öğrendim, yapacağım diyebiliyorsun. Böylece yeniliklerde de ön ayak oluyorsun.
Benim Pektus ile ilgili görmediğim yer kalmadı şu Dünya’da. Dünya’nın dört bir yanına gittim. Her yerden bir şeyler kaptım. Bir hesap yaptım 3 yıl içinde uçakla 100.000 km yol kat etmişim. Sonra her yere bir şeyler vermeye başladım. Çünkü bir saatten sonra her yerden bilgi toplayınca uğradığınız yerlerden daha dolu oluyorsunuz çünkü her bir yer olaya bir noktadan bakıyor. Ama siz her noktaya uğradığınız için işin farklı yönlerini de bilmiş oluyorsunuz. Tabii bir de açık olmak gerekiyor. Gelişime, eğitime, yeniliğe açık olmadan harmanlama da olmuyor.
Fazla yer görmenin bir diğer enteresan yanı da uzaktan bilgi sahibi olmanın pek doğru olmadığını görüyorsunuz. Mesela çok yüceltilen yerlere gidince oranın ne olduğunu yerinde görmüş oluyorsunuz. Ya gerçekten yüceltildiği kadar kaliteli oluyor ya da tam tersi hiç de öyle olmuyor, oldukça basit oluyor. Bu da ayrı bir yüzleşme konusu.
Yenilik denilen şey iyi giden ameliyatları hep aynı yürütmek değildir. Hep geliştirmeye çalışmaktır. Hizmet güzel ama bir de bu hizmetin ortaya çıkış potansiyeli var. Bunu kullanmalıyız. O da keşfetme arzusu ve araştırmacılık. Hizmet veren hastanelerle üniversitelere bağlı olan hastaneler arasındaki fark da budur.
Kırmızı Kitap
Doçent olana kadar aklımın bir köşesinde hep göğüs cerrahisiyle alakalı bir kitap hazırlama fikri vardı. Bu fikrim isteğe dönüşüp artık o yetkinliği de kendimde görünce harekete geçtim. Uzmanlığımı aldığım dönemde hocalarıma tekliflerde bulunmaya başladım. Çünkü birilerinin el vermesi gerekiyordu. Kitabın tüm angaryasını ben üstlenecektim. Buna büyük bir zevkle razıydım. Güzel bir hizmetin hayali bile heyecanlandırıyorken bu hizmeti başarmak tarif edilemezdi.
Gelgelelim kimse bu teklife sıcak bakmıyordu. Bir kişiyi bulamadım. Koşmaya hazır bekleyen atletler gibi birinin işaret fişeğini çakmasını bekliyorum. Ama ses yok. Kitap için tek gereken zaman ve emekti ama herkes meşguldü ve emek vermeye istek yoktu. Böyle olunca da bir süreliğine vazgeçmek zorunda kaldım.
Yıl oldu 1999. Profesör oldum. Artık en genç profesördüm. O günlerde Göksel Kalaycı ile beraber düzenli olarak doçentlik jürilerine katılmak için Ankara’ya gidip geliyorduk. Yine bir uçak yolculuğumuzda Ankara’ya giderken klasik bir göğüs cerrahisi kitabı lafı açıldı.
Göğüs cerrahisi hakkında Türkiye’de kapsamlı bir kitap yoktu. Doktorlar, öğrenciler, asistanlar, üniversiteler için kaynak olacak, bu alanda bir araştırma yapıldığı zaman en arka planda ağırlığıyla duracak, kapsamlı bilgileriyle güven veren ‘ben buradayım’ diyen kitaplardan olacak bir kitabın hazırlanması gerekiyordu.
Oldukça iddialı ve geniş kapsamlı bir ismi olan Göğüs Cerrahisi kitabını hazırlamayı Prof. Dr. Göksel Kalaycı’ya Sıhhiye’de Ordu Evi’nin karşısındaki pastanede kahvaltı yaparken teklif ettim. Memnuniyetle kabul etti. Tabiri caizse açık çek verdi. Her türlü desteği vereceğini ve her şekilde kendisine danışabileceğimi söyledi. O gün başlayan kitap yolculuğumuz tam bir yıl sürdü. Bir yılın sonunda Bilmedya Grup tarafından basılan kitap elimizdeydi.
Türkiye’nin ‘Göğüs Cerrahisi’ kitabını hazırlamak için önce bölümümüzle, sonra çevre üniversitelerle ve daha sonra Türkiye’deki bütün Tıp Fakülteleri ve Eğitim Araştırma Hastaneleriyle irtibat kurarak görüşmelere başladık. Seferberlik gibi bir şeydi. Sürekli mektuplar gidip geliyordu. Hangi doktor hangi konuyu yazacak, kim kiminle yardımlaşacak, hazırlanan konular yeterli mi, daha ne yapılmalı, vs. gibi görüşmelerle bir yılı tamamladık.
Bu süreçte herkesi takip ediyor ve herkesle haberleşiyordum. Göksel Kalaycı ile olan Ankara buluşmalarımızda da kitap iyice belirginleşmişti. Kitap tamamlanınca ikimiz de 200’şer dolar ortaya koyarak 400 dolar peşinatla 4000 Dolara mal olan kitabı 2001 yılında bastırdık. Tıp Fakültelerindeki derslere kaynak oluşturacak bir kitap hazırlayabildiğimiz için ve bu fikri aklımın bir kenarında terk etmeyip harekete geçebildiğimiz için mutluyum.
2013 yılına geldiğimizde Prof. Dr. Akın Eraslan Balcı ile gelen talepler doğrultusunda kitabı güncelledik. Kırmızı Kitap’ın güncellenmiş halini ne yazık ki Göksel Kalaycı hoca göremedi. İstanbul Çapa’da benim de jürisinde bulunduğum doçentlik sınavı gününde bir hasta yakını tarafından vurularak hayatını kaybetti. Ruhu şad olsun.
Kırmızı Kitap’ın ikinci baskısını Prof. Dr. Akın Eraslan Balcı ile hazırladık. Kendisinden gelen metni aynen aşağıya ekliyorum.
"Prof. Dr. Mustafa Yüksel hocamı asistanlık yıllarımda tanıdım. Belki 20 yıldan daha da önceydi. Geçen uzun yıllar içinde fiziksel mesafeye rağmen yakın çalışma imkanı buldum ve kendisinden çok şey öğrendim. Kendimi yakın hissettiğim ve etkilendiğim büyüklerimizin arasında baş sıralarda geliyor.
Mustafa hocayla yıllar boyunca beraber çalıştık, tatlı ve acı günler oldu. Gün oldu güzel ve yararlı bir şey başarmanın heyecanını birlikte yaşadık, gün oldu beraber hüzünlendik. Hocanın kendi deyimiyle “bir yolculuğa çıktık”.
Bende bıraktığı en önemli izlenim üretken bir insan olmasıydı. İnsanları bir araya getirebilme, bir amaç etrafında iş bölümü ve koordinasyon, en yetenekli olduğu konulardır.
Öğretim üyeliğine yeni ayak bastığım günlerde Avrupa Kongresi’ne bir çalışmam kabul edilmişti. Sanırım Portekiz’deydi, hocayla ilk yüz yüze konuşabilme fırsatıydı. Türkiye’den bir hekim olarak, sözlü sunumum hoşuna gitmişti. Kendisini düzenlediğimiz ulusal kongremize davet ettim. Biraz şaşırdı, pek gelmeye niyeti yoktu. Ama rahmetli Göksel Hocayla beraber gelerek bizi onurlandırdılar. Orada kitap hazırlama önerisini ortaya getirmişti. Zira Türkçe’de branşımıza ait Türkçe kaynak çok sınırlıydı. Faydalı bir tartışma ortamı sonrası dilimizde yayınlanan iki tane Göğüs Cerrahisi başvuru kitabı ortaya çıktı: Mustafa Yüksel ve Göksel Kalaycı hocaların editörlüğünde Kırmızı Kitap ve Türk Göğüs Cerrahisi Derneği’nin Mavi Kitabı. İkinci baskıları da yapılan bu başvuru kitapları umarım gelenekleşir.
Marmara’da ayda bir düzenlediği Göğüs Cerrahi toplantılarını kaçırmazdım. Bir iki kez bana da görev verdi o toplantılarda. “Uzak mesafeden geliyorsun” demişti, ben de “ne olacak hepsi hepsi bir uçak” yanıtını vermiştim.
Güzel bir popüler bilim dergisi de yayınlıyordu, devam etmeyişine üzüldüm.
Mustafa Yüksel hoca, büyük bir ulusal derneğin çalışma grubu başkanıyken, beraber çalışma fırsatını buldum. Yoğun ve başarılı bir çalışma ortamındaydık. Doçentliğe hazırlandığım günlerdi. Maalesef ülkemizde, bilimsel camiada çekememezlik hiç de küçümsenir ölçülerde değil. Bir yerlerde çalışır, üretirseniz, biraz isminiz duyulursa dedikodu ve kıskançlık çarkları dönmeye başlar. Öğrencilere sınav yaparken sınav kâğıdı üzerinde öğretim üyesi olarak isminizin görünmesine bile tahammül edemeyenler olur. Sıkıntılı süreçler geçti. Hoca kısmen hakkımda maksatlı çıkarılan olumsuz söylentilerin etkisinde kalmadı diyemem. Zaman içinde gerçekler gün ışığına çıkıyor. Bu tür olumsuzlukları hoca da dahil birçok kişi yaşadı. Maalesef güzel geleneklerin yanında bu tür hastalıklar da devam ediyor. Birlikte yine bir sempozyumlar düzenledik. Hem bilimsel hem de sosyal açıdan çok doyurucu geçtiler. Gerçekte hocayla beraber kaç toplantı, kaç sempozyum, kaç panel yaptık bilmiyorum. En son kendisi Dernek Başkanı’yken bir sempozyum düzenlemiştik.
Göğüs Deformitesi ameliyatlarıyla ilgili bir buluşu uzak diyarlardan Türkiye’ye taşıdığında hem kendi ameliyathanesinde tekniği gözlemleyebilme, hem de çağırıp konuk ettiğimizde bizim ameliyathanemizde kendisinden bu yeniliği öğrenebilme imkanını sağlamıştı.
Son yıllarda Mustafa Yüksel hocamızla yakınlığım, Göğüs Cerrahisinde başlattığı “kitap yazma” geleneği bağlamında sürüyor. Kırmızı Kitap’ın ikinci baskısını beraber hazırladık. Alanında ilk olacak Çocuk Göğüs Cerrahisi kitabımızın da basımı bitmek üzere. Ve daha sırada bekleyen yeni projelerimiz var.
Sevgili Mustafa Hocam, her ne kadar emekli olup akademik ortamdan ayrılmanıza üzülsem de, sizin Göğüs Cerrahisi hocası olarak üretken ve birleştirici kişiliğinizle hep aramızda olacağınızdan eminim.
Size rahat bir emeklilik dilemiyorum, dileyemiyorum. Çünkü üretkenlik ve çalışkanlığınız yan gelip yatmanıza engel olacak. Tabii ki ben de sizi pek rahat bırakmayacağım.
Ama mutlu, başarılı ve huzurlu günler sizin olsun diliyorum.
Umarım yolculuğumuz daha uzun yıllar sürer.
Sağlıkla kalın."
CWIG
CWIG yani Chest Wall Interest (International) Group adeta bir uluslararası pektus hekimler cemiyeti olan yapıyı kurma fikri İzmir’de ortaya çıktı. 2008 yılında rahmetli Dr. Ahmet Önen ile birlikte 9 Eylül Üniversitesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde gerçekleştirilen ilk uluslararası katılımlı olan Nuss Çalıştayından hemen sonra.
Bu önemli toplantıya konuşmacı olarak Brezilya’nın Sao Paolo Üniversitesinden Prof. Dr. Jose Ribas Campos ve kursiyer olarak da daha sonra yakın arkadaş olduğumuz Güney Afrika’dan Op. Dr. Ivan Schewitz katılmıştı.
İzmir’deki kurs bittikten sonra Jose Ribas Campos’u İstanbul’da misafirliğe davet etmiştim. O da kabul edip geldiğinde aynı zamanda kendisini hastanemize, Haydarpaşa kampüsüne de ziyaretlere götürdüm.
Onunla birlikte Kadıköy’deki geleneksel Türk mutfağının eşsiz örneklerini sunan Çiya Restoranında otururken 2009 yılı için İstanbul’da uluslararası bir Nuss toplantısı düzenlemeyi ve bu konuyla alakalı herkesi de bu toplantıya çağırmayı kararlaştırdık.
Tabii bunları gerçekleştirmek için her hangi bir bütçemiz yoktu. Desteğe ihtiyacımız vardı.
İzmir’deki toplantıyı yapmamızı sağlayan Hipokrat Firması iflas etmiş ve yönetimine Kayyum atanmıştı. Mevcut imkânlarımızı kullanmak durumundaydık. Elimizde sadece Marmara Üniversitesi’nin ameliyathanesi, toplantı salonları ve birkaç konuşmacıyı konaklatabileceğimiz misafirhanesi vardı.
Jose’yi Brezilya’ya yolcu ettikten sonra randevu alıp Rektör Prof. Dr. Necla Pur Hanımı ziyarete gittim. Ziyaretim olumlu geçti. Marmara Üniversitesi’nin Göztepe kampüsünde bulunan konukevinden 10 adet odayı 3 günlüğüne verebileceğini söyledi. En büyük sorun halledilmiş ve misafirlerimize yer bulabilmiştik.
Davet edeceğimiz misafirlere uçak bileti sağlayamayacağımızı, ancak İstanbul içinde transport için yardımcı olacağımızı yazacaktık. Gala gecesi için de yemek desteği bulabilirsek artık bu iş tamamdı. Geriye sadece video konferans ve broşürlerin bastırılması kalmıştı.
Araştırmalarımızın sonucu olarak dünya genelinde pektus cerrahisi ile uğraşan 50’ye yakın hekim tespit ettik. Her birine tek tek davet mektubu gönderdik. Robicsek ve Donald Nuss gibi pektus cerrahisinin ağır topları başta olmak üzere yaklaşık olarak 20 hekimden olumlu cevap geldi.
En nihayetinde 12 hekim uçak bileti olmaksızın gelmeye ikna oldular. Ancak toplantı günü yaklaştığı zaman maalesef Dr. Nuss programda olduğu halde katılamayacağını beyan etti.
Toplantı günü geldi. Topkon firması video yayınımızı ve toplantımızı üstlenmişti. Organizasyonu başarılı bir şekilde başından sonuna kadar tamamladılar.
Marmara Üniversitesi Göğüs Cerrahisi Kliniği olarak, Altunizade’de kısıtlı imkânlarımıza rağmen gerçekleştirebildiğimiz 3 gün süren kahve molaları, öğlen lunch box’ları ve Büyük Kulüp’teki Gala yemeğimiz dâhil olmak üzere, ilk defa düzenlediğimiz bu uluslararası konferanstan klinik öğretim üyeleri, araştırma görevlileri, ameliyathane ekibi ve servis çalışanları olarak yüzümüzün akıyla çıkabilmiştik.
Elbette bu başarılı büyük organizasyonun pürüzleri de vardı. Daha ilk gün Göztepe konukevindeki sıcak su kazanı patlamıştı. Bu yüzden de tüm misafirlerimizi Suadiye Princess Otel’e transfer etmek zorunda kaldık. Böylece 3000 Euro’luk ek otel masrafı çıkmıştı. Ancak katılımın beklenenden fazla olması nedeniyle hepsini toplantı bütçesinden rahatlıkla karşıladık. Toplantımıza katılan yabancı hocaların eşlerine eşim Ayşen Beceren Yüksel kurs boyunca eşlik etmiştir. Biz toplantılara katılırken hanımların tüm arzularını yerine getirmiş, düzenlediği alışveriş turları, turistik geziler ve konuşmacı ve eşlerine evimizde verdiği akşam yemeği ile Türk misafirperverliğini tüm dünyaya göstermiştir.
Bu başarılı toplantıdan sonra grubumuza olan ilgi hızla arttı ve kısa sürede 20 kişiyken 450 kişi olduk. Grubumuzun ismine International kelimesini ekleme nedenimiz ise üyelerin 52 değişik ülkeden katılmasıdır. Toplantı sonrası Fransa’dan Jean Marie Whilm, Danimarka’dan Hans Pilegaard ve Pektus Karinatum’un tedavisi olan Abramson ameliyatının babası Arjantin’den Horacio Abramson gibi hekimler de grubumuza dâhil oldular.
Artık Chest Wall Interest Group değil Chest Wall International Group idik.
Bu meşhur toplantı sonrası EACTS (Avrupa Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği) bana 3 yıllığına Torasik Domain’e (Yönetim Kurulu) girmemi teklif etti. Bu görevde bulunduğum sürede 2 defa başarılı bir şekilde EACTS’nin merkezi Windsor’da Pektus Kursu gerçekleştirdik. EACTS’nin kongrelerinde CWIG toplantıları organize ettik.
Sonuç olarak Jose ile Kadıköy’deki Çiya Restoranda birlikte kurduğumuz hayalin nasıl da tüm dünyaya yayılmış ve pektus tedavisi ile uğraşan göğüs cerrahı, pediyatrik cerrah, plastik cerrah ve ortopedist herkesi bu hayalin içine çekebilmiştik.
Sevindirici bir haber olarak da, uzun süre gruptan uzak kalan Dr. Donald Nuss 2013 yılında Güney Kore’de yaptığımız yıllık toplantıda onursal başkanlık teklifimizi kabul ederek tüm grubu onurlandırmış oldu.
1953’ten 53 yıl sonra
1953 yılında doğdum. 1953 yılından tam 53 yıl sonra, 53 yaşından itibaren ise tabiri caizse o doğum ve büyüme heyecanını tekrar yaşadım ve yaşıyorum. Bu, Pektus yani göğüs kafesi ile oldu.
Bir gün yurtdışında göğüs duvarı deformitesinin tedavisi hakkında bir konferansa katıldım. Donald Nuss’un orada anlattığı tedavi yöntemini dinledim ve yöntem aklıma yattı. Daha henüz o günlerde pek yaygın uygulanmayan bir tedavi yöntemiydi. Ancak o gün ikna olmuştum. O konferansta aklıma ve gönlüme o tohum atılmıştı. Yıllar geçti ve o tohum sonuç verdi. Şimdi tüm ilgim ve dikkatim Pektus üzerine yoğunlaşmış durumda.
İnsan, nereden nereye diyor. O gün demek ki doğru yer ve zamandaymışım. O gün sadece ikna olmuştum. Başka hiçbir şey yoktu ortada. Ama öyle ikna olmuş ve bunun doğru bir yöntem olduğuna inanmışım ki şimdi bu bilgi ağacını adeta elimde tutuyorum ve dünyanın dört bir yanındaki cerrahlara dağıtıyorum; gerek onların bana gelmesiyle, gerek de benim onların ülkelerine gitmemle. Tüm meşguliyetim adeta “Pektus” oldu.
53 yaşına kadar doktorluk mesleğinde rutin bir hayat
yaşarken 53 yaşından sonra benim için her şey daha hızlı ilerledi ve gelişti.
Adeta kendi potansiyelim de bu Pektus alanı içerisinde meydana çıktı. O
konferansta kulağımdan içeriye giren bilgiler içimdeki potansiyeli tetikledi.
Bu öyle bir süreç ki asla şundan dolayı bunlar oldu diyemiyorum. Tek bir tavsiye vermem mümkün değil. Doğru da olmaz zaten. Hayal kurmak, kararlı olmak, hedef koymak, gayret etmek ve tüm bunların yanında da şartların lehinize işlemesi gerekiyor. Başarı hem size bağlı, hem size bağlı değil. İpi bir yerden yakalamak gerekiyor. Yakaladın mı da bırakmayacaksın. Kendine doğru çekeceksin. Çünkü o senin şansın, yolun ve hediyendir. O ipi gayretle çektikçe potansiyelin de sana doğru gelir.
Ben o ipi çektim. Pektus hastalığının tedavi yöntemini duydum, etkilendim ve bunun üstüne gittim. Duyup, “ha güzelmiş” deyip de umursamaz davranmadım. Umursamaz davranırsanız ip kaçar gider.
Tabii yine de gelecekte ne olacak hiç bilemedim. 53 yaşımdan önce de sonra da bu böyle oldu. Bilmedim ama adım attım ve mücadele ettim.
Mesela tıp öğrencisi olarak amfilerde otururken hiçbir zaman mezun olup göğüs cerrahisi ihtisası yapacağımı ve göğüs cerrahı olacağımı düşünmüyordum.
O günlerde dertlerim hep Anatomi, Farmakoloji, Patoloji ve stajlar ile sınavlardı. Bu kaygılarla boğuşur ve “Hoca bize takar mı?” endişesiyle ortalıkta pek gözükmezdim pek çok öğrenci gibi.
Mesela Uzman olduğumda aklıma hiçbir zaman öğretim üyesi olacağım fikri gelmiyordu. Tek kaygım bol bol ameliyat yapmak ve ameliyat ettiğim hastaları sağlıkla taburcu etmekti. Geleceği bilmiyordum ama bulunduğum yerin kaygılarıyla boğuşarak buranın yani uzmanlık basamağının hakkını vermeye çalışıyordum.
Sonunda öğretim üyesi olduğumda yeterince yayın yapıp doçent ve profesör olabilecek miyim kaygılarıyla günlerim geçti. O günlerdeki tüm meşguliyetim editör ve hakemlere yazılarımı kabul ettirmek, öğretim üyeliğinin hakkını vermeye çalışmaktı.
Ve nihayet profesör oldum. Bu sefer de acaba güzel bir klinik kurabilecek miyim, iyi ve yararlı hekimler yetiştirebilecek miyim kaygılarıyla günlerim geçti. Ama Dünya’nın 14 değişik ülkesine gidip de kendi geliştirdiğim teknik ile ameliyat yapacağımı hiç hayal etmemiştim.
Kararlılık, hedef koymak, gayretli olmak ve şartların uygun olması gibi maddelerin yanında hayal etmenin de önemine değinmiştim. Potansiyeliniz ortaya çıkana kadar kısıtlı hayalleriniz olur ancak potansiyeliniz ortaya çıktıktan sonra aklınıza bile gelmeyecek hayaller yaşarsınız. Ne varsa kendinizde var. Bir yaşam koçunun söylediği gibi, “sabit giderleriniz küçük ama hayalleriniz büyük olsun”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder