Bilindiği
gibi ülkemizde özellikle son yirmi yılda başta hekimler olmak üzere sağlık
çalışanlarına karşı geçmişe nazaran artış gösteren hakaret, tehdit, saldırı,
yaralama ve hatta öldürmeye kadar varan şiddet söz konusudur. Hatırlatmak gerekirse,
Temmuz.1988 tarihinde öldürülen Göğüs Kalp ve Damar Cerrahı Doç. Dr. Edip
Kürklü’den sonra, Kasım.2005’de Göğüs Cerrahı Prof. Dr. N. Göksel Kalaycı,
Şubat.2008’de Göğüs Hastalıkları Uzmanı Dr. Ali Menekşe, Nisan.2012’de Göğüs
Cerrahisi Uzmanı Dr. Ersin Arslan ve Mayıs.2015’de Göğüs Cerrahisi Uzmanı Dr.
Kamil Furtun olmak üzere son ondört yılda dört hekim, hasta ya da hasta
yakınlarının saldırısı sonucu hayatını kaybetti.
Resim 1 |
Sağlık
çalışanlarına yönelik olan sözlü ya da fiili saldırıların bazıları zaman zaman,
gazetelerde ve televizyonlarda haber olarak karşımıza çıkarken, büyük çoğunluğu
-ki bunların kahir ekseriyeti acil servislerde ve polikliniklerde yaşanmaktadır-
medyada yer almamaktadır. Bu hadiseler, ya “lanet olsun, Allah’ından bulsun”
denilerek, ”deliyle deli olmama, beladan uzak durma, bulaşmama” babından şikâyet
konusu yapılmamakta veya “nasıl olsa hukuki yoldan bir sonuç çıkmaz, işin yoksa
uğraş dur” gibi düşüncelerle geçiştirilip gitmekte ya da tutanak tutulup idari ve
adli mercilere havale edilmektedir.
Resim 2 |
Türkiye’de
birçok konuda olduğu gibi sağlık çalışanlarına yönelik hakaret, tehdit, darp ve
yaralamayı içeren vakalar konusunda da sağlıklı verilere ulaşmak kolay değildir.
Yine de bir rakam vermek gerekirse, Sağlık Bakanlığı verilerine göre 14.05-01.10.2012
tarihleri arasında, 2094 sözel şiddet,
990 fiziksel şiddet olmak üzere toplam 3084 şiddet olayının rapor edildiği
açıklanmıştır. Yine Türkiye’de 384 hastanenin % 79’unda şiddet olaylarının
görüldüğü belirtilerek, olaylardan % 79’unun acil servislerde, % 59’unun
18.00-24.00 saatleri arasında yaşandığına dikkat çekilmiştir (Sağlık çalışanı
şiddet mağduru, Bizim Gazete, 13.10.2012).
Resim 3 |
Doğum ve ölüm, hayatın iki ucundaki birer gerçek olmasına
ve hiçbir insana (canlıya) istisna tanımamasına rağmen nedense arızi haller
dışında doğum sevindirici, hoş bir hadise olarak karşılanırken, ölüm ise yine
istisnalar dışında üzücü ve nahoş bir şey olarak görülür. Başlangıcı olan her
varlığın bir de sonu olması gerekirken, insan yeryüzünde var olduğundan beri
ölüm herkese erişmiş iken, bu gerçek değişmemiş ve de değişmeyecek olmasına
rağmen insanlar nedense, “kazan’ın doğurduğuna inanırlar da öldüğüne inanmak
istemezler”. Doğum için pek soru sorulmazken ölüm için ‘neden, zamanı mı, niye
ben, niye benim sevdiğim’ gibi bir sürü soru sorarlar. Hesap sorulacak,
yakasına yapışılacak bir merci ararlar. Eğer insanı yoktan var eden Yaratıcı’yı
bulsalar, bulabilseler bunu dahi yapacaklar, fakat yapamadıkları için güç
yetirebildikleri kişi/kişilere yönelirler. Bir hastalığın sakatlıkla veya
ölümle de sonuçlanabileceğini, ölüm nedenleri arasında yer aldığını kabul etmek
istemezler. Ve bu konuda uğraş veren hekimlerin ve diğer sağlık çalışanlarının
da kendileri gibi birer insan olduklarını, “her şeye muktedir” olmadıklarını; ‘hatadan
berî, münezzeh’ olmadıklarını; bilgi, tecrübe eksikliği veya başka nedenlerle
hastaya faydalı olmaya çalışırken istemeden de olsa zarar verebileceklerini
unuturlar, kabul etmek istemezler. “Şöyle şöyle yapılsaydı, şuna şuna dikkat
edilseydi benim hastam ölmezdi, yaşatılabilirdi veya sakat kalmazdı” gibi
çıkarımlara giderler. “Yaşatanın da, öldürenin de, can verenin de, can alanın
da Allah (Tanrı) olduğu” apaçık gerçeği unutulur, hatırlanmak istenmez. Başta
hekimler olmak üzere sağlık çalışanları öldürülür, değişik şekillerde şiddete
maruz kalır, hakaret ve tehditlere uğrar ya da en hafifi ile idari-hukuki
kovuşturmaya maruz kalırlar.
Resim 4 |
Bu neden mi böyledir? Son yıllarda bu ülkede niye mi arttı?
İşte bunu ele almak istiyorum bu yazımda.
İlki ve belki de en mühimi, seküler (dünyevi) hayat tarzı
hâkim oldu insanımıza. Ne pahasına olursa olsun yaşamak istiyoruz; gözlerimizi
açtığımız bu dünyaya gönül verdik ve onda hep kalmak, her şeyi yaşamak ve
tatmak istiyoruz; hatta bu bazen diğer insanların, canlıların acı çekmesi,
ölümü ya da yeryüzünün tahrip olması pahasına da olsa. Ölüm, ahiret kavramları
korkutuyor, ürkütüyor bizi. Ölüm olacaksa da acısız ve yaşlanma ile olsun
istiyoruz. Yaşlanmayı dahi önlemek (anti-aging) için yaşam koçumuz bile var.
Uzun yaşamanın ölüme çare olacağı ve hatta bir gün bir şekilde ölümün alt
edilebileceği zehabına bile kapılıyoruz. Hastalığın kişinin kendi
alışkanlıkları, yaşam tarzı sonucu oluşabileceği ya da “can emanetini verenin”
bir imtihanı olabileceği hususunu gözden kaçırıyoruz. Artık hastanelerde
dünyaya gözlerimizi açıyor, hastanelerin bir odasında ya da yoğun bakımda yaşam
destek ünitesine bağlı şekilde gözlerimizi kapıyoruz. Evimizde, yuvamızda,
sevdiklerimizle helalleşerek, “hoş geldin ey ölüm, kaldır perdeyi aradan,
kavuştur bizi Yüce Dost’a” diyemiyoruz çoğu zaman. Tahammül, tevekkül, sabır,
şükür, bir diğerini anlama çabası (hemhal olma, empati) kavramları günden güne
azaldı ya da kayboldu zihin dağarcığımızda. Hz. Eyüp (s.a)’ün hastalıkla
imtihanını, bu süreçte gösterdiği sabır ve şükrü bilmemezlikten geliyoruz.
Hastalıkların bizim için aynı zamanda, günahlarımız için kefaret olabileceği,
bize sağlığın değerini öğreten ve faniliğimizi, aczimizi hatırlatan bir vesile
olabileceğini idrak edemiyoruz.
İkincisi, modern tıp insanlara öyle bir sunuldu ki, onlarda
öyle bir algı oluşturdu ki, hemen her hastalığın sebebi ve çaresi bulundu,
bulunabilir zannediliyor. Bazı hastalıkların dermanı bulunsa dahi yeni hastalıkların
kapımızı çalabileceği fark edilmiyor. Tıp belirli noktalarda başarı, ilerleme
kaydetse bile bazı noktalarda bir sonuca ulaşmadığı, çözüm üretemediği ve hatta
birtakım yeni sorunlara yol açtığı çok dillendirilmiyor. Hekimlerin bizzat
kendileri ve kitle iletişim araçları, tıbbın ne olup olmadığı, yeri, sınırları,
açmazları konusunda her zaman resmin bütününü olduğu gibi ortaya koymuyorlar.
Olmadık hayaller, ayağı yere basmayan vaatler ve gerçekçi olmayan bilgilerle
insanların kafası allak bullak ediliyor. Neredeyse dermanı bulunmadık dert
kalmadı ve hatta ölüme bile çare var gibi bir hava yayıyorlar. Modern tıptan
umduğunu bulamayanlar ya da ağzı yananların bir kısmı da geleneksel tıbba
yöneliyorlar. Orada da onları istismar ve başka sorunlar bekleyebiliyor. Sağlık
sektöründe çıkar, çok kazanma hırsı, kıyasıya rekabet, bilim bağnazlığı ve
şöhret tutkusu tıp mesleğine mensup insanların da düçar olabileceği
rahatsızlıklardan sadece birkaçı. Sayıları az da olsa sağlam, istikrarlı bir
ahlaki donanıma sahip olmayan ve mesleğinin bilgi ve beceri noktasında hakkını
vermeyen tabiplerin –istemeden de olsa- hastaya zarar verdiği, verebileceğini
de kabul etmemiz gerekiyor ne yazık ki.
Üçüncü bir sebep de, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının
doğrudan hasta ve hasta yakınları ile muhatap olmaları dolayısıyla sistemden
kaynaklanan bütün sorunların sorumlusu olmak gibi bir durumla karşı karşıya
olmalarıdır. Sağlık sistemi ile ilgili olumlu ve olumsuz her şey doğrudan hekime
mal edilir, yüklenilir. Hekimin almış olduğu eğitimin kalitesi, niteliği,
yeterliliği kimsenin umurunda değildir. Hekimlerin çalışma şartlarının zorluğu,
emeğinin karşılığını alıp almadığı söz konusu bile edilmez. Hekimler sağlık
sisteminde çarkın işlemesini sağlayan dişliler gibi ele alınır çoğu zaman.
Hastaneye yolu düşen hasta ve hasta yakınları sadece o an için sistemin
sorunları, sıkıntıları ile karşı karşıya kalırken, hekimler ve sağlık
çalışanları her daim onun içindedir, bilfiil yaşamaktadır, iliklerine kadar
hissetmektedirler. Herhangi bir sağlık kuruluşunda ne tür problemle
karşılaşılsa fatura hemen hekime kesilir, günah boynuna yüklenir. Bilhassa son
yıllarda hasta ve hasta yakınlarının memnuniyeti öncelenirken, istatistiklere
olumlu yansırken ne yazık ki hekimlerin ve sağlık çalışanlarının memnuniyeti o
oranda olmamıştır. Hekimler ve sağlık çalışanları kolaylıkla şikâyet
edilebilirken ne yazık ki hekimlerin gerek sistemden gerekse hasta ve hasta
yakınlarından kaynaklanan sorunları, sıkıntıları iletebilecekleri bir mercii
bulmakta güçlük çekilmiştir. Hasta bir müşteri olarak görülemez ki, her zaman
haklı olsun. Hasta ve hasta yakınlarının da zaman zaman hadlerini bilmedikleri,
kabalaştıkları, kadir kıymet bilirlik ve saygıdan mahrum oldukları nedense
görmemezlikten geliniyor. Sağlık harcamalarının karşılanması için beş kuruş
katkısı olmayan nice insan, sağlık hizmetinde bir sorun yaşandığında basıyor
yaygarayı, her şeye hakkı olduğundan dem vuruyor. Hatta istediği ilaç reçete
edilmediğinde, istirahat raporu ya da özürlülük raporu alamadığında
agresifleşip “sizi boşuna dövüp öldürmüyorlar” deyip “sizin maaşınızı biz
veriyoruz” deyip ukalalaşabiliyor. İnternet
sayesinde bilgiye erişim o kadar kolaylaştı ki, bu durum faydalı olabildiği
gibi, bazen ne yazık ki doğru yanlış demeden edinilen ve bir sistematikten
yoksun yoğun bilgilenme neticesinde hasta ve hasta yakınları hekimlerin her
yaptığını sorgulayıp, ukalalık yapabiliyor, her şeye karışıp itiraz edebiliyor.
Hekim ve hasta-hasta yakını ilişkisinde ölçü ve denge bozulabiliyor, ipin ucu
kaçabiliyor.
Bir dördüncü neden olarak da hekimin rolü, konumu konusunda
bir saptama yapılması gerektiğine inanıyorum. Öncelikle hekim de bir insandır,
acıkır, susar, hastalanır ve ‘Hakk’ın emri’ vaki olduğunda, verilen süre tamam
olduğunda emaneti sahibine (Allah’a) teslim eder. Mesleğini icra ederek
kendisinin ve ailesinin rızkını kazanmaya, geçimini temin etmeye çalışır. Ne
can verendir, ne de can alandır (Bizim hayattaki
kıymetlimizi sizin hastanedeki deneyimsiz hekimler aldı – Bir yakınını
kaybetmiş kişinin şikâyet mektubundan). Hastalandığımız zaman şifa veren
Allah’tır, hekim bilgi, tecrübe ve imkanlarıyla bu şifaya vesile olandır,
hastanın sağlığına tekrar kavuşması noktasında yardımcı olandır. Şu veya bu
nedenle hata yapabilir, bilmeden, istemeden hastasına yarar vermeye çalışırken
zarar verebilir (İş hayatında benim
gibilerin yaptığı hata sadece benim işime, ekmeğime mal olur. Ama
hekimlerinizin yapmış olduğu tek hata insan canına mal olur – Aynı hasta
yakınının şikâyet mektubundan). Elbette diğer meslek mensupları gibi
hekimler de eleştirilmez, dokunulmaz, hesap sorulamaz değildir. Fakat hiç ama hiçbir gerekçe asla ve kat’a, hekime ve sağlık çalışanına
bir hasta ve hasta yakınının zarar vermesini, şiddet uygulamasını, hakaret ve
tehdit etmesini haklı, mazur ve meşru gösteremez. Hasta ve hasta yakını ancak ve ancak
idari mercilere yakınmasını iletebilir ve hukuki yollardan hakkını arayabilir (Sorumsuz, haddini bilmeyen, o hastanede
olmayı, hatta hekim olmayı hak etmeyen insanlara haddini bildireceğim. Anladıkları
yoldan, yani yasal yollardan bunu yapacağım - Aynı hasta yakınının şikayet
mektubundan – İlâve notum: Allah’tan bu hasta yakını iyi niyetli yoksa
başka bazı hasta ve hasta yakınları ‘haddini bildirmek ve anladıkları yol’
derken hekim ve sağlık çalışanlarını öldürüyor, yaralıyor, hakaret ve tehdit
ediyor). Bu arada antiparantez toplum olarak takdire değil de daha çok tekdire
alışkın ve yakın olduğumuzu belirtmeliyim. Muhalif olmak, mütemadiyen
eleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmamak ve eksik, ayıp, kusur, hata aramak
noktasında mahir olduğumuzu da ilave edeyim. Ve ne yazık ki bunu da öncelikle
kendimizde değil de daha çok dışımızdakilere karşı gerçekleştiriyoruz.
Beşinci
neden, medyanın rolüdür. Medyanın büyük bir kısmı olayı ya allayıp pullayarak,
katıp karıştırarak, kendi yayın çizgisine doğru çekerek ya olduğu gibi vermiyor
ya da bizzat kendisi hekime/sağlık çalışanına yönelik şiddetin nedeni,
hazırlayıcısı, aktörü durumuna gelebiliyor. Medyanın dikkatsiz ve özensiz, reyting
kaygısını da içinde barındıran bu yaklaşımı nedeniyle hekimlere karşı olumsuz
bir önyargı ve algı da oluşmuş durumda. Ayrıca medyada yer alan şiddet
haberleri bir süre sonra etkisini kaybediyor, kanıksanıyor ve hatta özendirici
olma, tabiri caizse ‘eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme’ babından menfi,
tersine bir sonuç dahi doğurabiliyor.
Altıncı
sebep olarak da, hekimler/sağlık çalışanları arasındaki ayrılık gayrılıkları
ekleyebiliriz. Kamuda çalışan hekimlerin bir kısmının ve bilhassa muayenehane
ve/veya özel hastane kanalıyla kısmen ya da tümüyle özel sektörde çalışan
hekimlerin türlü kaygılarla “hekim hekimin kurdudur” misali birbirlerini
kötülemeleri, karalamaları zaman içinde hekimlere olan saygı ve güvenin
azalmasına yol açmıştır. Hatta bu hal zaman zaman diğer meslektaşlarının
şiddete maruz kalmasına kadar varabilmiştir. Bu bazen kendini daha başarılı,
becerikli gösterme isteğinden kaynaklandığı gibi bazen de kendini aklama,
temize çıkarma ya da hiçbir ard niyet taşımasa bile özensiz, patavatsız
sözlerden de kaynaklanabilmektedir. Böylesi durumlar bazen hastanın
yönlendirmesine, dolduruşuna gelme veya hasta/yakınları tarafından yanıltılma
sonucu da oluşabilmektedir. Hekimlerin kendi aralarındaki çürük elmaları
ayıklamamaları, zamanla çürümeyi, bozulmayı artırmış ve sonuçta toplum nezdinde
itibar kaybetmelerine yol açmıştır.
Burada
bir not daha düşmek gerekiyor. Hekimlerin ideolojik tercihleri ve dünya
görüşleri (inançları) nedeniyle bir başka meslektaşlarını hedef göstermeleri de
maalesef söz konusu olabilmektedir. Bu bazen ferdi olabildiği gibi topluca
mesela bir sendika veya mesleki örgüt eliyle de irtikap edilebilmektedir. Buna
en son ve güncel örnek olarak da başhekimlik yaptığım dönemde hastane sitesinde
yayınladığım bayram mesajı vesilesiyle/bahanesiyle şahsımın Türk Tabipleri
Birliği basın açıklaması yoluyla tahkir ve tezyif edilmesi, hedef gösterilmesi
zikredilebilir (https://ttb.org.tr/haberarsiv_goster.php?Guid=66d18a12-9232-11e7-b66d-1540034f819c&1534-D83A_1933715A=e6b84a5eaf2253d7bb57e492f7ee865daa488b1b).
Bir hekime, farklı dünya görüşünde olduğu için kendi meslektaşları (ve meslek
kuruluşu) tarafından böyle bir muamele reva görüldükten sonra başkalarına/hekim
dışı kitleye fazla bir şey söylemeye hakkımız var mı diye de düşünmüyor değilim
(http://www.ttb.org.tr/haberarsiv_goster.php?Guid=66d1a2b8-9232-11e7-b66d-1540034f819c).
Yine bu hadise ve şahsıma yönelik olmanın da ötesinde, bu noktadan hareketle
TTB yönetiminin ve bazı il tabip odalarının sağlık çalışanlarına karşı
girişilen bu müessif olaylardaki tavır ve tutumlarının, muhalefet etmelerinin
bir aracı, yöntemi ve vesilesi olduğu kanaatini taşıdığımı da ifade etmeliyim.
Yedinci
sebep olarak, son yıllarda toplumda nefretin, öfkenin, kabalığın, nezaketten ve
zarafetten yoksunluğun, hoşgörüsüzlüğün, sabırsızlığın, tahammülsüzlüğün
gitgide artması gösterilebilir. İnsanımızın yüreğinde şefkat, merhamet, sevgi
ve saygı değil husumet, kin ve buğz yer etmeye başlamıştır. Genel olarak
dünyada özel olarak da ülkemizde barışın, iyiliğin, güzelliğin değil şiddetin
dili hâkim olmaya başlamıştır. Şüphesiz bu durumdan bütün kesimler gibi
hekimler/sağlık çalışanları da olumsuz etkilenmektedir. Toplumun her kesiminde
ve her yerde şiddet olağanlaşmış, kanıksanmış ve gündelik hayatın bir parçası
haline gelmeye başlamıştır. En ufak bir sorunda, terslikte hemen ses
yükseltilmeye, kötü, çirkin sözler sarfedilmeye, yumruklar konuşmaya ve eller
silaha gitmektedir. Konuşmaktan, hüsn-ü zan etmekten, birbirimizi dinlemeye ve
anlamaya çalışmaktan, empati yapıp karşımızdaki kişinin yerine kendimizi
koymaktan, sulh ve sükûnet yolunu seçmek için azıcık çaba göstermekten imtina
ediyoruz. Sonuçta şiddetin bu kadar yaygın ve olağan olduğu bir toplumda doğal
olarak hekimler/sağlık çalışanları da kendi paylarına düşeni almakta
gecikmemişlerdir.
Sekizinci
neden olarak, belki nedenler içinde en önemli ve yapılabilecek,
düzeltilebilecek bir şeyler olduğunu düşündüğüm hekim/sağlık çalışanı ve
hasta/hasta yakınları arasındaki iletişim, daha doğrusu iletişimsizlik sorunu
gösterilebilir. İletişim imkânlarının alabildiğine geliştiği ve yaygınlaştığı
bir çağda, sağlıklı bir iletişimden yoksun olmamız yaman bir çelişki olsa
gerek. Hasta psikolojisini dikkate almayan, hastayla/yakınlarıyla iletişimin
önemini kavramayan ve hasta yakınlarının soru ve endişelerini anlamaya
çalışmayan, yeterince vakit ayırmayan bir hekimin ciddi sorunlarla yüz yüze
gelmesinin yüksek ihtimal olduğunu söylemek müneccimlik olmasa gerek.
Hasta
ve yakınlarının bilgilenmesi, sorularının cevaplanması, kaygılarının
giderilmesi ve karşılıklı güvenin sağlanması birçok sorunu daha başlamadan
bitirir. Bir sıcak gülümseme, omuza konulacak bir dost eli ortamda ne tatsızlık
bırakır ne de herhangi bir gerginlik. Hekimin çok bilgi, bol tahlil ve zor
ameliyatlarla/müdahalelerle elde edemeyeceği saygı ve güveni, hasta ve
yakınlarıyla kurulacak güzel ve yeterli bir iletişim kolayca sağlar. Hasta ve
yakınlarının yanına bile yaklaşamadığı, soru sormaya, bilgi almaya çekindiği
bir hekime, hasta ve yakınlarının da hasta ile ilgili işler yolunda
gitmediğinde anlayış göstermesi zorlaşmaktadır.
Rollerin
değişebileceğini, hekim iken bir anda kendisini veya bir sevdiğini hasta ya da
hasta yakını olarak bulabileceğinin bilincinde olan bir hekim, hasta ve
yakınlarıyla olan ilişkisine, yaklaşımına dikkat eder, özen gösterir. Psikopat,
serseri, kötü niyetli ve müzmin muhalif biri/leri değilse (ki sayıları
Allah’tan bu toplumda oldukça azdır), genelde hasta ve yakınları hekimin bilgi,
beceri ve imkânlarını hastası için seferber ettiğine, elinden geleni yaptığına
inanır, güvenir. Otuz yılı aşan meslek hayatımdaki tecrübelerime dayanarak
söyleyebilirim ki komplikasyon gelişse bile sağlıklı bir iletişim sonucu hasta
ve yakınları sizin hastanız için elinizden geleni yaptığınıza inanır ve ikna
olursa, istisnai durumlar dışında kolay kolay problem yaşanmaz.
Dokuzuncu
ve sonuncu bir neden olarak da, ‘sağlıkta dönüşüm’ politikası sonucunda sağlık
hizmetlerinde önemli ve köklü iyileşmeler, sağlığa erişimde kolaylıklar
sağlanırken, hekimlerin/sağlık çalışanlarının sözlü ve fiziki şiddete uğraması
gibi istenmeyen sonuçlar da meydana gelmiştir. Hastaneye/hekime kolay erişim, performansa
dayalı vakitsizlik, en küçük bir aksaklıkta hatta aksaklık olmadan bile çok özel
hizmet isteyenlerin dahi şikâyet edebilmesi ve bunların hep hasta lehine
yorumlanması, böyle bir beklenti ve vatandaş davranışının başka hiçbir devlet
kurumunda olmaması, yönetici konumundakilerin hekimler hakkındaki olumsuz
beyanları bunlardan bir kaçıdır. Hekim ve sağlık çalışanlarının çalışma
koşulları, gelecekleri ve emeklilikleri dolayısıyla içinde bulundukları zor
şartlar ve psikolojik durumlar bir yana, hizmeti alan ve veren arasında haklar
yönünden, hizmeti alanların hakkı önemsenir ve öncelenirken, memnuniyeti
artarken, hizmeti verenlerinki aynı oranda artmamış, hatta gerilemiştir. SABİM,
BİMER, Hasta Hakları Birimi, Hasta Hakları Kurulu diye diye “Hekim/Sağlık
Çalışanı Hakları” diyemedik ve hekimin/sağlık çalışanının payına da birçok
sıkıntı ve soruna ilaveten bir de ne yazık ki sözlü ve fiziksel şiddet düştü.
Resim 5 |
Düşün-dürtücü
ve çarpıcı olması açısından bizzat yaşadığım iki olayı da zikretmek istiyorum. Klinik
sorumlusu iken bir personelimizin hasta yakınları tarafından şiddetli bir darba
maruz kaldığında çok üzülmüş, kızmış ve bir günlüğüne acil olmayan ameliyat hizmetlerine
ara vermiştim. Bu durum hastane başhekimi tarafından -şu an kaldırılmış olan- o
zamanki genel sekreterliğe bildirilmiş ve onlar da hakkımda soruşturma
başlatmıştı. Soruşturmacıya ifade verip genel sekreterliğe gittiğimde ise şaşkınlığa
uğramıştım. Zira kapıdaki güvenlik görevlilerinden başka çalıştığımız hastanede
bulunmayan turnike sistemi ve x-ray cihazı mevcuttu. Bir başka seferinde de
kliniğimizdeki sekretere saldıran hasta yakınına engel olmaya çalışan stajyer öğrenciler
darp edilmiş ve bu şiddeti te’lin ve duyurma amacıyla kliniğin facebook
sayfasında paylaşmıştım. Çok geçmedi hastane yönetiminden bu haberi yayından
kaldırmam yönünde üstü kapalı tehdit içeren bir uyarı gelmiş ve paylaşımı
silmek zorunda kalmıştım. Halihazırda çalıştığım hastanede bile gün geçmiyor
ki, hatta bazen gün içinde bile birden fazla beyaz kod anonsu veriliyor. Bir
tespitimi daha not etmek istiyorum. En son Urfa’da bir hastanede, emekli olmaya
yetecek oranda özürlü raporu vermediği gerekçesi ile iki kişi tarafından karı
koca uzman hekimler tekme tokat saldırıya uğramış ve hastanelik edilmişti. Bu
haberi bir sağlık platformunda paylaştığımda en küçük bir tepki, mukabele bile
gelmemişti. Üzüldüm, manidar buldum ve dehşete düştüm. Demek ki şiddet hekimler
tarafından bile o kadar kanıksandı, sıradanlaştı ki ölüm dışında kayda değer
bulunmaz hale geldi.
Sağlık
dışı alanlarda şikâyet hakkının pek olmaması ve sağlıkta da bazen abartıya
varacak ölçülere varması/vardırılması bu hakkın olmamasını, eskiye dönülmesini
gerektirmez. Fakat tabir-i caizse kantarın topuzu kaçtı, iş şirazesinden çıktı.
Hekimlerde/sağlık çalışanlarında büyük bir moral motivasyon eksikliği, bir
tükenmişlik sendromunun giderek artma eğiliminde olduğunu gözlemliyorum.
Devamlı hep bir şeyler istenen ve şikayet edilen pozisyonda olmaları,
insanımızın takdir/teşekkür’den ziyade tekdir/eleştiriye yatkın olması,
performans kaygısı, ücretlerdeki yetersizlikler, yoğun çalışma koşulları ve
üzerine bir de hasta ve yakınlarındaki bu bitmek tükenmek bilmeyen istekler,
zor beğenme ve her şeyi kendisi için hak görme hali tuz biber ekiyor. Bu durum
özellikle cerrahi branşlarda defansif tıbba yönelme, riskli vakalardan kaçınma
ve bu alanlarda uzmanlı öğrencisi bulamama gibi sonuçlara da çoktan yol açmaya
başladı uzun zamandan beri.
Resim 6 |
Üniversiteler
ve özel hastaneler bile bu hastalar kuruma yük getireceğinden,
kazandırmayacağından ve sonuçta yüz güldürücü bir sonuç da alınamayacağından
bir an önce eski adıyla sanatoryumlara yani göğüs hastanelerine aktarmak
telaşındadırlar. ‘Performansa dayalı ek ödeme
sistemi’nde de bu hastalar para ve puan getirici görülmemektedir. Zaten
takdir edersiniz verem hastalığı ile uğraşan bir hastanenin mali açıdan iflah
olması, kâr getiren bir işletme olması da mümkün değildir. O yüzden “Verem
Olmak Üretimi Düşürür ibaresini çizer / Biz şehir ahalisi, üstü çizilmiş
kişiler” der şair İsmet Özel ‘dişlerimiz arasındaki ceset’ şiirinde. Haftalarca
her türlü dertle, sıkıntıyla uğraş, sonuçta gelir anlamında neredeyse elde var
sıfır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayıdır ki, Göğüs hastalıkları ve Göğüs
Cerrahisi Klinikleri performansa dayalı gelir dağıtımının en kötü olduğu
yerler, uzmanları da en düşük performans alanlar arasındadır. Çünkü girişimsel
işlemler ve ameliyatları pek fazla puan ve para (SUT) etmemektedir.
İnsanın
zaman zaman acaba yanlış branş mı seçtik, göğüs cerrahı olup ölüm dahil her
türlü riski aldığımıza, ameliyatlarda alnımız dahil her bir uzvumuzdan terleyip
sonuçta da daha az puan toplayıp daha az döner sermaye kazandığımıza ve üstüne
üstlük bir de ne İsa’ya (hasta ve yakınları) ve ne de Musa’ya (Sağlık Bakanlığı,
SGK) da yaranamadığımıza göre öyle herhalde. Göğüs Cerrahisi’nin hastaları
ileri yaşta, ek hastalıkları olan ve çoğu kanserli hastalardan oluştuğu gibi
ameliyatları da uzun, riskli ve tehlikelidir. Hatta ‘bir göğüs cerrahının
adrenalin sporu yapmasına gerek yok, zira ameliyatlar yeter de artar bile’ diye
kendi aramızda espri bile yaparız. Tabir-i caizse görevimiz her an tehlike olup
ne kadar zor ve riskli ameliyat yaparsanız yapın, bırakın takdir edilmeyi
sonuçta hissemize ‘sevdanın yolları değil kurşunlar’ düşebilir.
Resim 7 |
Dedim
ya, ‘bazen bir tabip, bir cerrah olarak ve hele hele bir göğüs cerrahı olarak
‘kelle koltukta dolaştığımız’ hissine kapılmaktan kendimi nedense bir türlü
alamıyorum. Ne kadar dikkatli ve titiz olsak da, bir gün çılgın, psikopat bir
hasta veya hasta yakını tarafından tehdit, hakaret, darp, yaralanma ve ölüm
dahil her türlü şiddete uğrama ihtimalimiz hiç de az değil. Öyle riskler
alıyoruz, öyle zor vakalarla uğraşıyoruz ki, her an birimizin başına bir şey
gelmesi işten bile değil. Hayli kötümser bir ruh hali olarak görülebilir ama
hekimler olarak halet-i ruhiyemiz, Hırant Dink’in bir tetikçi tarafından
katledilmeden önce yazdığı bir makalede tarif ettiği gibi aşırı iyimser de
değil. “Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama
biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta
içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz
ürkekçe ama bir o kadar da özgürce”.
Sağlık çalışanları ve şiddet konusunda daha birçok irili ufaklı
neden sayılabilir bu konuda. Fakat bu kadarı kâfi diyorum. Ve yine diyorum ki
elbette hekimler ve sağlık çalışanları yeryüzünde yürüyen melekler değildir,
ama şeytan da değillerdir. Bir insanın sahip olabileceği kusur ve meziyetlere
sahip olabilirler diğer insanlar ve meslek mensupları gibi. Hekimler de
geçmişte olduğu gibi sevgi, saygı ve takdiri fazlasıyla hak ediyorlar. Eğer
ortada yüksek oranda bir hasta memnuniyeti ve sağlık hizmetlerinde iyileşme
varsa (ki var), bunda hekimlerin ve sağlık çalışanlarının payı, katkısı, emeği,
alınteri ve özverisi inkar edilemez.
Altını
çizerek bir kere daha belirtmek istiyorum. Hiç
ama hiçbir gerekçe, asla ve kat’a, hekime/sağlık çalışanına bir hasta veya
hasta yakınının zarar vermesini, hakaret ve tehdit etmesini, şiddet
uygulamasını haklı, mazur ve meşru gösteremez.
Sağlık çalışanları ve şiddet’in nedenlerini sıralarken aynı
zamanda da bir açıdan ne yapmalı sorusunun cevabını da satır aralarında vermiş
oldum aslında. Hekim, hasta ve hasta yakını arasındaki ilişkilerin insani,
sağlıklı, dengeli, ölçülü, ahenkli olması için biraz gayret, biraz empati ve
biraz hoşgörü yeter de artar bile. Elbette pürüzler, tatsızlıklar olabilir ama
bunların en aza indirgenmesi de pekâlâ mümkündür. Yeter ki bu konuda herkes
üzerine düşeni (yönetici konumundakiler dâhil) yapmaya çalışsın, çabalasın.
Resim 8 |
Sonuçta, sağlık çalışanları ve şiddet
konusunu toparlayacak olursak; konu çok yönlü, çok sebepli olduğundan ve zaman
içinde geliştiğinden, gerekli adımlar atıldığında zaman içinde belki bir çözüme
kavuşabilir. Sıfırlanması belki mümkün değil ama bu konuda sağlık bakanlığı,
sağlık kurum ve kuruluşlarının yöneticileri, tabipler birliği, tabip odaları, hekimler/sağlık
çalışanları ve bütün toplum üzerimize düşeni yapar isek en aza indirgenmesi
imkân dahilindedir diye düşünüyorum.
Sağlık
alanında çalışan biri olarak bütün meslekdaşlarıma şiddetten olabildiğince
uzak; sevgi, saygı ve hoşgörüye dayalı güvenli ve huzurlu bir çalışma ortamı
diliyorum.
05.08.2019
Prof.
Dr. İrfan YALÇINKAYA
*Bu makale,
18.04.2012 tarihli İstanbul Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi
EAH’nin web sitesinde yayınlanan “Hekimin Ölümü – Dr. Ersin Arslan’ın
Ardından…” ve Aralık 2013 tarihinde TTD Toraks Bülteni’nin 57-59. sayfalarında
yayınlanan “Sağlık Çalışanları ve Şiddet” adlı yazılarımın birleştirilip tekrar
gözden geçirilip güncelleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır.